Gezgin Korsan
Makine Dairesi => Zor Anlar... => Konuyu başlatan: Doğan Erbahar - Ocak 19, 2018, 16:58:08
-
Bundan 16 sene önce vuku bulmuş acı bir olayın hatıraları...
Biraz kaybettiğimiz arkadaşlarımı anmak, biraz da artık beyin nöronlarımın arasında yok olmaya yüz tutmuş hatıralar tamamen zayıflamadan ve silinmeden böyle bir yazı yazmak istedim. Burası çok güzel bir forum, arşiv niteliğinde bir sürü yazı var. Onların yanında dursun tamamen silinmeden hafızamdan... Bildiğim kadarıyla gazete haberleri haricinde bu konuda yazan çizen olmadı, kimse hatırlamak istemedi belki de... Okuyacağınız gibi hatıralar kopuk kopuk... Olay, zamanında son derece büyük ses getirdi ulusal basında, en alta kesip biriktirdiğim gazete küpürlerini ve mahkeme kararının kopyasını da koyuyorum. Hala dahi internette kırıntılarına rastlamak mümkün o zamanki haberlerin...
2002 yılının Haziran ayı, tüm ülke dünya kupasına katılan A milli futbol takımımızla yatıp kalkıyor. İlk maçı Brezilya'ya kaybetmişiz, ikincisinde Kosta Rika ile beraberlik, 13 Haziran'da da Çin maçı... Kazanırsak 2. tura çıkma şansımız var. Sabah uyandığımda saat farkı nedeniyle erkenden yayımlanan maç çoktan başlamış ve öndeyiz, babam keyifli, çıktık diyor ikinci tura...
O sene Boğaziçi Üniversitesi final sınavlarının da son günü 14 Haziran, o gün benim de bir finalim var. Bir arkadaşımın evinde kalacağım 13'ünün akşamı, hesapta sabahlayıp çalışacağız. (Tevafuk o arkadaşla yıllar sonra yollarımız kesişti, şu anda aynı kurumda çalışıyoruz, ağır oturaklı bir akademisyen, matematikçi... Ama cemaziyelevvelini bana sorun :-) O zamanlar rockçı, kopuk, çılgın bir tip, zaman ne şekilden şekillere sokuyor bizi... )
İzin alıyorum annemden babamdan bu arkadaşta yatıya kalmak için, ama diyorum 14'ünün akşamı da geç geleceğim. Çünkü Türk Müziği Kulübü'nden (BÜTMK) arkadaşlarla geleneksel tekne gezimiz var. BÜTMK, üye sayısı çok fazla olmayan ama üniversitenin köklü ve saygın kulüplerinden bir tanesi idi, hala da öyledir. Taa 70'lere uzanan geçmişi var. Koro haftada iki defa toplanır, senede iki konser verir, enstrüman dersleri, sohbetler, konserler, geziler, musıki akşamları gibi etkinlikler... Belli bir siyasi eğilimi olmayan ender sayıdaki homojen topluluklardan bir tanesi, arkadaşlık çok iyi, sonuçta nadide ve elit bir zevk vesilesi ile bir araya gelinmiş... Her sene finallarin son günü yapıyoruz bu küçük kutlamayı. Bir tekne kiralanıyor, boğazda 3-4 saat şarkı-türkü, gezi, muhabbet...
O sene Ahmet diye bir arkadaş ayarladı tekneyi. 10-15 metre civarı ahşap birşey. Gitmiş Haliç'ten bir yerlerden bulmuş konuşmuş, hangi cehennemdense artık... Eskiden bu küçük teknelerden bol miktarda çalışırdı Üsküdar-Beşiktaş arasında. Bir keresinde yine bunlardan bir tanesiyle Beşiktaş'a geçiyordum. Bir tankerin önünden geçti, diğer yönde gideni kurtaramadı, bekledi, iki koca geminin arasında kalmıştık, tehlikeli boğaz trafiği, bir de bunlar ortalıkta... Şimdilerde artık vapur kadar büyük motorlar çalışıyor, bunlardan fazla kalmadı çok şükür.
Ancak işte Kanlıca-Emirgan arası özel seferlerde görüyorum.
Neyse... İsmi "Yeni Beşiktaş 2". Tam boğaz yolcu teknesi, altta baş tarafta kaptan mahali ve kapalı bir kısım, onun arkasında kapalı yolcu salonu, üstte de karşılıklı banklar, kıç tarafı yarı açık, oradan merdivenle çıkılıyor yukarı. Alsa alsa 30-40 kişi alır. O gün bizden 26 kişiydik, 4 kişi de kaptan ve arkadaşları, toplam 30. (Mahkeme tutanağında ve bazı yayın organlarında 31 diye verildi bu rakam 5'i mürettebat olarak.) Bu 4 kişi basında mürettebat olarak geçti ama bizimle ve tekneyle pek bir alakaları yok, kendi havalarında arkadaşlar. Serkan isminde bir tanesi de tekne sahibinin oğlu veya bir yakın akrabasıymış, tam hatırlamıyorum... Tanımdadığımız bu 4-5 kişiden hep mürettebat diye bahsettim bu yazıda...
Bebek iskelesinden 7-8 gibi ayrıldık, kuzeye doğru çıkıyoruz ama trafiğin genel akış yönüne muhalif olarak Rumeli tarafından. (İhmal daha oradan belli belki de diye düşünüyordum zamanında ama kolayına çıkış bu taraftan galiba, sonra öğrendim...) Keyfimiz yerinde, hava karardı, şarkılar türküler, ışıl ışıl boğaz, 2. köprünün de altından geçtik, Sarıyer'e yaklaştık. Bir ara İstinye'de kıyıya yanaştık. Namaz kılmak isteyenler vardı, 15-20 dakika mola, sonra devam. Ne kadar kuzeye çıktık hatırlamıyorum, bir yerlerden döndük, bu sefer Anadolu yakasına yakın geri geliyoruz, yine trafiğe muhalif yönde. Bebeği geçtik, Beylerbeyi sarayına gelmek üzereyiz. Geç oldu biraz, bu kadar uzatmaya gerek yoktu diye düşündüm... Saat 00:00 - 00:30 arası birşey, daha Bebek'ten arabayı alacağım, eve gideceğim, zaten bir gece önce arkadaşta kalmışım filan biraz tedirginlik, iç sıkkınlığı...
Derken tekne döndü nihayet, tam karşıya Reina-Laila-Kuruçeşme o tarafa doğru boğazı diklemesine geçiyor. Kıç tarafta aşağıdayım, arkada eller cepte, ayakta Anadolu yakasına doğru bakıyorum. Bir ara mürettabattan biri yanıma geldi, fevkalade tedirgin, neredeyse dehşete kapılmış gibi, gözler fal taşı gibi açık... Soluma gelen bu adamın halini anlamaya çalışarak bakarken omuzunun üzerinden sancak tarafımızda bize yaklaşan devasa karartıyı gördüm. Kocaman bir gemi... Kafamı çevirip bizim kaptan mahaline baktığımı hatırlıyorum, tam o sırada yine mürettebattan bir kişi (Serkan) son sürat koşa koşa oraya doğru gitti ve sonuna kadar gaza asıldı. Bir ihtimal önünden kurtarabiliriz diye belki zira çok geç artık başka bir manevra için... Çok yakınız. (Bizim kaptan o sırada ne halt mı ediyordu? Bilmiyorum, kendinden başka bilen var mı onu da bilmiyorum, kendi bile bilmiyor olabilir... Mahkemede zırvaladıkları başka tabi, hep mechul kalacak bu hayati soru muhtemelen...)
Çarpışacağımız benim gözümde 10 saniye filan öncesinden kesinleşince iskele kıç omuzluktan küpeştenin üzerine çıktım ve burada üst katı tutan kalın demire dış tarafından el-kol-ayak sıkı sıkıya sarılıp yapıştım. Sancak tarafımızdan tam ortadan bindirdi gemi. Çarpışma, kendimi hazırladığım kadar sert olmadı. Çatırt diye kırılan, yarılan, parçalanan ahşap sesi çok belirgin olarak hala hafızamda ama... Geminin burnuna takıldık ve bizi sürüklemeye başladı. Esas dehşetli anlar onlar işte, çoğu kişi üst kattaydı, hepsi çığlık çığlığa... Hafif sancak tarafına yatmış vaziyette geminin önünde sürükleniyoruz, sağ tarafımda demin yanıma gelen adam var, solumda ise Behiye'yi gördüm. Onuuur, Onuuur diye çığlık çığlığa bağırıyor bir elini denize uzatmış, film karesi gibi... Denize düşmüş olduğunu ve geride kaldığını anladım Onur'un. Endişelenme illa ki biri kurtarır, çok sıkı tutun sen gibi birşeyler dediğimi hatırlıyorum ona. Herhalde bir 30-40 saniye kadar daha sürüklendik, sonra gemi yavaşladı ve durdu.
Nefes almaya fırsat bulamadan ayak bileğimde bir ıslaklık, su yükseliyor. Batıyoruz. Çok fazla düşünmeden, içgüdüsel olarak üzerimde ayakkabı, çorap, t-shirt, pantolon ne varsa çıkardım, bir tek boxer kaldı. Doğru birşey değil aslında ama tek derdim hareketim kısıtlanmasın, rahat yüzebileyim. Kıyafetleri çok hızlı çıkarmama rağmen hepsini attığımda su zaten boğazıma kadar gelmişti, o kadar hızlı battık yani durunca. Tekneyi bıraktım (tekne kalmadı zaten) ve yüzmeye başladım, etrafımda insanlar, tahta parçaları... Hemen önüme doğru sürüklenen sal gibi büyükçe bir ahşap parça gördüm, şuna tutunayım bari diye niyetlenmiş ve hamle yapmıştım ki 8-10 kişinin daha panik haline bu parçaya yüzdüğünü gördüm. Panik yapmış insandan korkarım, hiç düşünmeden vazgeçtim ve onlardan uzaklaştım. Etrafa bakınırken bize doğru yaklaşan motor yat tarzı bir gezi teknesi gördüm. (Bu teknenin adı Aqua-1 idi. Aqua-1 kazaya ilk müdahele eden tekne idi ve kaptanı başta olmak üzere mürettebatı ve yolcuları ben de dahil olmak üzere o gece tam 25 kişinin hayatını kurtardılar!) 50-100 metre gibi bir mesafe idi tam hatırlamıyorum ama bu tekneye doğru sağlam bir yüzme deparı attığımı hatırlıyorum. Tekne beni görünce yavaşladı ve kötü talihli Yeni Beşiktaş-2'den kurtulan ilk yolcu ben oldum. 2-3 kişi elimden kolumdan çekerek beni yukarı çıkardı. Benden sonra ikinci olarak Aqua'ya çıkan kazazede de kim biliyor musunuz? Bizim teknenin kaptanı, o da iyi yüzücüymüş, helal olsun, ama beni geçemedi, gerçi haksızlık etmeyeyim ben sadece kendi canımdan sorumlu idim o akşam, geride bıraktığı 28 canın sorumluluğu biraz yavaşlatmış olabilir adamı (!) (Kayınvalidesi mahkeme koridorlarında çocukları da o kurtarmış filan gibi laflar etmiş...)
İkimizi aldıktan sonra Aqua ağır yolla temkinli bir biçimde kalan enkaza yaklaştı, diğer herkes burada, bir yerlere tutunmuştu. Özellikle de teknenin üstte kalan kısmı tam batmadı ve su bir şekilde göbek seviyesinde kalmıştı. Bir çok insan bu sayede hayatta kaldı diye düşünüyorum. Herkesi teker teker almaya başladık. İki-üç kişinin çıkmasına ben de yardım ettim. Çarpışmadan hemen önce yanıma gelen adamın kolunda çok ciddi bir kesik vardı, adam zaten canı ile uğraşıyor bir de ben tepesinde belirdim, bu hengame bitsin konuşacağız bu olan biteni sizinle gibi abuk bir laf ettiğimi hatırlıyorum. Doğrudan benim çıkardığım kazazedelerden birisi de teknede tek konuşmadığım, sevmediğim bir tipti. Aynı kıza aşıktık filan nefret ediyoruz birbirimizden, tereddüd etmedim tabi çıkarırken. :-) Çıkıp biraz nefeslendi... Sonra göz göze geldik, kafa salladı sessizce, aynı şekilde cevap verdim.
Kopuk kopuk sahneler... Bütün arkadaşlarım aşağıda kabinde, üzerlerinde battaniyeler, bila-istisna, hepsi orada, bizim mürettebat bile orada, ben niye yanlarında değilim bilmiyorum. Aqua'nın tepesinde kaptanın yanında bir yerden bir projektör bulmuşum denize tutuyorum. Kıyıdaki Samsun feribotu da devasa bir projektör açtı ve denizde gezdirmeye başladı. Deniz polisi diye bir kurum olduğunu o gün öğrendim, hızlı bir şekilde olay yerine geldi bir tekne ile, kaç kişi eksik doğru-yanlış onun bilgisini veriken hatırlıyorum kendimi. Aqua'nın yolcularından bir kadının siniri bozuk bir şekilde kaptana aldık işte hepsini haydi artık dönelim dediğini, denizde hala arkadaşlarımız var dediğimi hatırlıyorum. Üşüdüğümden değil de hafif bir utanma duygusu artık nihayet geldiğinden birisi bana bir kazak verebilir mi dediğimi hatırlıyorum. Üstte kazak altta boxer, yalınayak.
Deniz polisinin talimatıyla Aqua hemen harekete geçti ve son sürat kıyıya yöneldi. O akşam kendimle gurur duyduğum ve ailem açısından en kritik şeyi yaptım, nereye gidiyoruz dedim kaptana, Kuruçeşme dedi. Birinden bir telefon istedim ve ezberimden evi aradım. Haberlere çıkmadan önce ben aramalıyım evi diye düşünüyordum. Efendim diye açtı annem telefonu, anneciğim (hayatımda bir defa bile -ciğim -cığım eki olmadan konuşmadım annem ve babamla), gezi yaptığımız teknede teknik bir arıza oldu, bizi başka bir tekneye aldılar, Kuruçeşme'ye getiriyorlar, oradan alın beni... Kısa bir sessizlik, battı mı tekne dedi annem doğrudan... Battı anneciğim, Kuruçeşme'ye gelin, hiçbirşeyim yok merak etme. Tamam dedi soğuk kanlılıkla ve kapadı telefonu. Rahatladım biraz. Babamı uyandırmış, uyuyan adamı bu haberle uyandırdı ve beni almak üzere yola çıktılar. CNN Türk'ün gece 1-2 seanslarına yetişmişti haber, onlar yoldayken evde olan teyzem seyretmiş, ama ben önce davranmıştım. Kalplerine inebilirdi Allah muhafaza...
Aqua Kuruçeşme'ye yanaştı, Cumartesi gecesinin korkunç sahil trafiğinde ambulanslar filan geldi. Bir de tabii ki Türk matbuatının en elit ve saygıdeğer kesimi olan Laila önünde bekleyen paparaziler, yürüme mesafesinden kameralarını kaptıkları gibi koşa koşa geldi adamlar. Öyle bir hengame ki yaralıların önünü kesiyorlar, ortalıkta polis de var ama birşey demiyor. Sinirimden bir tanesinin kamerasını ittirdim, yere düşecek gibi oldu, zor toparladı, ayı gibi bir adamdı bu, öyle bir sinirlendi ki üzerime gelmeye başladı. Tam elini kaldırmışken arkadaşım Hasan ağzının ortasına sağlam bir tane çaktı, sendeleyen kameraman ayının arkadaşı muhabir de Hasan'a saldırırken onun da tepesine bizim Güven bindi. Çevredeki halktan da bunlara tepki verenler oldu, ortalık iyice bir karıştı. Aklıma aniden gelen bu şeytani planımın işe yaradığını görünce sevinmiştim, bunların hepsini götürür polis şimdi diye sıyrıldım aradan ama polis sadece adamları kenara çekti, onlara bişey yapamıyoruz abi dedi, ama en azından bir koridor açılmış oldu.
4-5 kişi yaralı ve şokta idi, onları hemen ilk posta ambulanslarla Şişli Etfal'e götürdüler. Durumunda belli bir problem olmayanları da kontrol amaçlı Taksim ilkyardıma götüreceğiz dediler. Basınla başka bir dalaşma olmasın diye bizi Aqua 1'de beklettiler. Yalnız bizim korodan Esra diye bir kızla sevgilisi kimseyi beklemeden taksiye atlayıp oradan uzaklaştılar, sevgili dediğime bakmayın, birbirine sarılmış vaziyette iki göz iki çeşme ağlayan iki koca bebekten başka birşey değildiler...
İkinci posta ambulanslar geldi, ailem buraya gelecek ama dedim, gitmen lazım dediler, biz söyleriz dedi babacan bir polis (basınla olan nümayişi benim çıkardığıma da şahit olmuştu bu adam :-). Tekrar telefon etme fırsatı bulamadım. Annemler karşıdan gelerek zar zor Ortaköy trafiğinden geçmişler ve Kuruçeşme'ye gelmişler. Oradaki polise beni tarif etmişler, "ha kel bıyıklı arkadaş mı, o iyi, aralarında soğukkanlı olan bir tek o vardı zaten" demiş polis ve Taksim ilkyardıma yönlendirmişler. Ben bu sırada hastanede ambulansın arkasında bekliyordum, kapı açıldı ve yüzü (hiç unutmuyorum) bembeyaz bir adam göründü. Bu Onur'un dayısıydı, arkadaşlar Onur'u gördünüz mü dedi? Sesi zor çıkıyordu, abi en son Behiye gördü, denize düşmüş, bizi kurtaran teknede yoktu ama başka tekneler de birilerini almış diyorlar dedim. Tamam dedi ve gitti, hiç unutmuyorum o yüzü... Onur Erzurumlu idi, ailesi oradaydı, İstanbul'daki dayısı bir şekilde haber alınca apar topar gelmiş...
Hastanede annemleri beklerken birilerinden terlik istedim, (ayak çıplak, boxer, kazak dolanıyorum ortalıkta), burada herkes kendi terliğini kendi getirir dedi bir hemşire, sanki keyfimizden geldik... Acilden çıkıp yandaki otoparkçıdan istedim, ayağıma tam olmayan küçük bir terlik ayarladı sağolsun. Annem akıllı kadın, eşorfman, ayakkabı filan getirmiş. Onları giydim, muayenem tamamlandıktan sonra babamın arabasına bindim. Bizimle birlikte Güven de geldi, onu da Mecidiyeköy'e bıraktık ve evimize gittik. Annem zorla ağzıma 2-3 kaşık pasiflora soktu ve o gece bir şekilde uyumayı başardım.
Sonradan Hasan anlattı:
Hasan çarpışma esnasında alt katta teknenin içinde imiş ve üst kat çatırtı ile tepelerine çökmüş, sürüklenme bittikten sonra kırılan camdan çıkmaya çalışmış ama üst katın ağırlığı ile camda sıkışmış ve kafası dahi suyun altında kalacak şekilde batmış. Bir iki denedim çıkamadım dedi, aklıma Aziz Mahmut Hüdai Hz.leri geldi dedi. "Hayatında bir defa bile türbeme gelip fatiha okuyanlar denizde boğulmasınlar, imanlarını kurtarmadan ölmesinler" diye bir duası var. (Denizcilere duyurulur bu arada :-) O gelince aklına dur bakalım çıkacağız herhalde bir şekilde demiş. Derken muhtemelen üst katın suyun kaldırma kuvvetiyle biraz hafiflemesinden veya teknenin başka bir esneme hareketinden dolayı sıkıştığı yer gevşemiş ve oradan kendini çekerek su yüzüne çıkmış. Yalnız çarpışma anında Muhammed'in arkasında olduğunu ve paçasından çekmeye çalıştığını da söylemiş. Basında da bu yönde haberler çıktı. (Muhammed'in naaşı teknenin içine sıkışmış vaziyette ertesi gün dalgıçlar tarafından bulundu.)
Sonradan Ahmet anlattı:
Ahmet ilk çarpışma anında denize düşmüş. Onun hikayesi daha bir fantastik, gemi çarpışma öncesi sancak alabanda bastığı için kıçını atarak Ahmet'in üzerine doğru geliyor. Bizim keko kafasını kaldırıp üzerine gelen gemiyi ve eli ile yüzmesini-kaçmasını işaret eden tayfaları görüyor, (Diyarbakır şivesi ile "yüzüyoz ya la dedim" dedi :-) can havli ile yüzüyor ve geminin kıçı onu altına almadan sıyırarak geçiyor. O sırada gemiden yağan can yeleklerinden bir tanesini yakalıyor. Gemi ondan uzaklaşıyor, bayağı bir arkada kalıyor. Derken uzakta ağlayan bir kız sesi duyuyor ve yanına yüzüyor. Tekneden düşen başka biri bu. Kızı yatıştırmaya çalışıyor, merak etme bak ışıklı bir can yeleği bu, görürler bizi, burada kal diyor. Kızla beklerlerken daha da geriden "imdat" diye bir ses duyuyorlar ikisi birden. Nereden geldiğini göremiyorlar tam. Kız yüzelim bakalım diyor ama Ahmet tereddüt ediyor. (Bu ses ya Onur'du ya da bulunamayan diğer mürettebat. Onur yüzme bilmiyormuş ve gözümüzün önünde düştüğü için muhtemelen oydu ve ona ne olduğu konusunda benim bilebidiğim tek ipucu Ahmet'in bu anlattıkları...) O sırada gemi bir filika indiriyor. Kız filikayı görünce inanılmaz hızlı bir şekilde yüzüp Ahmet'i filan geride bırakıyor ve filikaya çıkıyor. Ahmet'i de olaya müdahale eden başka bir gezinti teknesi (Aqua değil) görüyor. Bir can simidi fırlatıyor ve Ahmet'in tam suratına çarpıp ağzını burnunu patlatıyor. Kaptan sudan çıkarınca esas olay mahaline uzak olduklarından kaç kişi olduklarını soruyor. Ahmet 30 deyince adam herkes öldü zannediyor ve küçük çaplı bir şok geçiriyor.
------------------
Ertesi sabah uyandığımda evde duramadım, arkadaşlarımın yanına gideceğim ben dedim anneme. Zira çoğu kişi yurtlarda kalıyor, eve, ana kucağına sığınabilecek kişi sayısı az o ilk saatlerde. Tamam dedi annem, bişey demedi. Kadıköy'den Rumelihisarüstü'ne gidilecek tabi, vapuru kaçırınca dolmuşla Üsküdar'a gittim ve Beşiktaş motoruna bindim, olayın üzerinden daha 12 saat geçmemiş! Duramadım tabii yerimde kaptan köşküne girdim abi gemilere dikkat ediyorsun değil mi filan gibi bişeyler dedim, dün akşamki kazada idim de korkuyorum kusura bakma filan, adam gel otur şöyle sakin ol dedi. Merdivenlerde iki elim başımın arasında Beşiktaş'a vardık. (Bu korku, özellikle gece geçişlerinde 2-3 sene kadar daha sürdü bende, ondan sonra azalarak bitti, geçti, "teyakkuz" haline evrildi...)
Okula gittiğimde arkadaşlarımın hepsinin Nur'un evinde toplandığını öğrendim. Burası arka sokakta nispeten gözden uzak bir yerdi. Rahatsız edilmemek açısından iyi bir tercihti. Genetik bölümünde okuyan bu delikanlı kız kazadan sonraki 1-2 hafta boyunca hiç tereddüt etmeden bize evini açtı, 15-20 kişi orada takıldık, beraber ağladık, sinirimiz bozuldu beraber güldük, birbirimize sarıldık ve birbirimizi orada tedavi ettik bir anlamda... İlk gün bende hala salak bir iyimserlik, kayıp olanların haberini bekliyorum. Başka tekne kurtarmıştır filan kötü ihtimal hiç aklıma gelmiyor. Derken öğle vakti haber geldi: Ney derslerinden arkadaşımız Muhammed ve mürettebattan Serkan'ın naaşı dalgıçlar tarafından teknenin enkazından çıkarılmış, ikisi de hayatını kaybetmiş... Ölüm... Siyah ve çok ağır birşeyin kafamın ve sol omuzun üzerine çöktüğünü hissettiğimi hatırlıyorum... Pek anlatılabilecek bişey değil, denemeyeceğim...
Onur'dan ve kayıp olan Cemal ismindeki mürettebattan hala bir haber yoktu, umut zayıf da olsa hala kötü birşey aklıma getirmek istemiyordum.
Türk basınının ne halt olduğunu zaten duyuyor, biliyor, tahmin edebiliyorduk ama ilk defa gözümüzle şahit olduk o zaman. Olay başlı başına etkileyici bir hikaye kurgulanarak ve uydurularak verildi. (Aşağıdaki küpürlerde görebilirsiniz) Hemen hemen bütün gazetelerin ilk sayfasındayız: "Birtakım "gariban" üniversiteli gençler kiraladıkları tekne ile Laila'nın önüne müzik dinlemeye (?!) gidiyor, bu sırada kaza oluyor ve Laila kazada müziğin sesini bile kısmaya tenezzül etmiyor." Bu hikayede Samsun feribotundan olayı seyreden işgüzar bir personelin de ifadesine yer verilmişti, müzik sesi kurtarma çalışmalarını zorlaştırdı, biz istedik kapamadılar demiş adam, doğru yanlış bilemiyorum ama bizim teknenin Laila'nın önüne yaklaştığını da söylemiş ki gerçekle hiçbir ilgisi olmayan birşey bu (zaten geminin orada ne işi var) ve diğer ifadenin ehemniyetine de gölge düşürüyor haliylen... Laila'nın sahibi açıklama yapıyor filan öyle şey olur mu duysam kendi teknemle giderdim gibi bir sürü lakırdı... Bu arada Laila deyince (açık veya gizli) ima edilen alkol meselesi de var ve merhumlar da dahil bir çok kişinin ailesi mütedeyyin ve bu onları rencide edebilecek türden birşey...
(Mesela yine teknede olan arkadaşlardan Miraç, olaydan 1-2 hafta sonra otobüste arka koltuğunda iki kişinin konuştuğunu söyledi. Birisi ay ne kötü oldu ya çocuklara filan demiş, ötekisi de içip s.çıyorlardı kimbilir filan gibi birşeyler söylemiş. Alkolu ahlaki olarak problemli (veya "anlamlı") bulmuyorum ancak hakikat namına söylemek gerek teknede mürettebat da dahil olmak üzere kimse alkol almamıştı. Bu konuda hassas olan ve kokusunu dahi almadıklarını söyleyen arkadaşlar da oldu mürettebat ve kaptan bağlamında. Zaten olsa muayenede de çıkardı muhtemelen. İşin başka, çok daha derin ve farklı bir boyutu ise tabii ki insan zihninin "ANLAMLANDIRMA" hastalığı. Bir sebep arama, anlam vermeye çalışma. Bu kuvvetli içgüdünün insanda var olmasının çok bariz evrimsel sebepleri olmasına rağmen çok büyük bir çoğunluk hala böyle "hissetmelerinin" gerçekten böyle bir "anlamın" varlığına işaret ettiğini zannediyor.)
------------
1-2 gün sonra o zamanki üniversite rektörümüz Prof. Dr. Sabih Tansal Hoca bizi davet etti. Benim de olduğum 4 kişilik bir grupla gittik. Başta hukuki olmak üzere her türlü desteği vermeye hazır olduklarını söyledi. Bizi üniversitenin avukatı ile tanıştırdı ve her türlü hukuki vekaleti üniversite bünyesinden karşılanmak üzere yapması için ona talimat verdi. Gezinin üniversite tarafından organize edilmemesine ve kurumsal olarak üniversite ile zerre kadar alakası olmamasına rağmen bu tür bir destek bizi çok mutlu etti. (Boğaziçi farkı işte, bir de "yerli ve milli" olsaydı tam olacaktı... ) Hocam dedik, şu basın haberlerini bir düzeltelim önce, tamam dedi. Sadece bir ve ortak ağızdan açıklama yapmaya karar verdik. O dönem yine en ciddi ve tarafsız kalabilen basın kuruluşlarından olan NTV, rektörlük kanalı ile davet edildi. Arkadaşımız Sinan kamera karşısında yazdığımız basın açıklamasını okudu. Gezinin BÜTMK bünyesindeki öğrenciler olarak bizim tarafımızdan organize edildiğini üniversite ile alakasının bulunmadığını, Laila iddialarının bağlam dışı ve saçma olduğunu söyledik. Bu ifade tekzip olarak gazetelere de çekildi. Tabii her zaman olduğu gibi tekzibe iç sayfalarda küçücük bir yer verdi çoğu gazete. İlk sayfadan yer veren Hürriyet bile olayı bir polemik tadında "Biz Türk müzikçisiyiz ne işimiz olur Laila'da" tarzında vermeyi uygun gördü...
Olayın hukuki boyutuna gelince üniversitenin avukatı kerli felli BMW ile gezen bir abi. İşin kurdu belli ki, suçun büyük kısmının bizim kaptanda olduğu gün gibi aşikar olmasına rağmen garibandan çok birşey "koparamayacağını" biliyor. Adamın işi bu sonuçta birşey demiyorum. Esas gemi şirketi ile uğraşmak istedi, teminat mektubu, tazminat tam da bilmediğim, hatırlamadığım ve (ne o zaman ne şimdi) ilgilenmediğim bir sürü hukuki detayın peşinde koşturdu. Bizler davada müdahil sıfatı ile bulunduk. Bir iki celseyi seyretmeye gittim. Bize çarpan geminin adı "Modisk - 3" idi ve 80 metre boyunca 1700 grostonluk bir kuru yük gemisi idi (İnternette var kaydı kuydu bakabilir merak eden). Onun Rus kaptanı da tutuklanmıştı, iki kaptan da tutuklu olarak yargılandı ve bizimkine 4 yıl Rus'a da 1 yıl ceza verildi. Mahkme 4 ayda filan tamamlandı ve Rus yattığı süreye sayılarak tahliye edildi. Bizimki de toplamda 2 sene kadar yattı diye biliyorum. Hüküm açıklandığında mahkeme koridorlarında bizim kaptanın çocuklarının filan ağlama sesleri de hatırladığım detaylardan...
Muhammed'in abisi de uzun yıllar gemi şirketinin peşinden koşturdu durdu diye biliyorum ancak sonuç ne oldu bilmiyorum. Olaydan yaklaşık 6-7 sene sonra adliyeden bir yazı geldi, ne bu diye korktum başta "ihmal sebebi ile yangın" mangın bişeyler saçmalıyor, ulan nereyi yakmışız diye düşünerek Sultanahmet'e gittim, bu dava ile alakalı, içerğini zerre kadar hatırlayamadığım müdahil bilgilendirme yazısı imiş, ne absürt şekillere girmiş zaman içinde siz düşünün...
Rus kaptan hem selektör tarzı bir ışıkla hem de düdük ile uyardığını iddia etti. Bizim kaptan bunları reddedip geminin seyir fenerlerinin bile yanmadığını iddia etti. Ancak üst katta olaya şahit olan Güven gemiyi ve selektörle işaretini gördüğünü söyledi bana, ancak düdük duymamıştı. Ben de duymadım. (Ki İstanbullu olduğumuzdan daha önce siste ve karda olmak üzere iki defa daha küçük çaplı kazalarda vapurların içerisindeydim. İki kazada da aklımda kalan "karakteristik" uzun uzun çalan düdüklerdi. Düdük çalıyorlar ki en azından herkes mevzuya uyansın da tutunsun bir yerlere, hatta bu kazaların birinde siste vapurun kenarındaki insanlar zamanında bu düdük sayesinde kaçarak kurtulmuşlardı zira parmaklıklar tamamen ezilmişti vapurlar sürterek geçerken.) Ancak bu kazada düdük sesi olsa kesin hatırlardım. Yani iki tarafta da kusur var belki ama "BOĞAZDA KOCA GEMİYİ NASIL GÖRMEZSİN LAN !!!" sorusunun daimi muhattabı bizim kaptan... Hukuki kararın bu anlamda (insan vicdanı anlamında) nispeten adaletli olduğunu düşünüyorum.
----------------
Olaydan bir iki gün sonra yine aynı 4 kişilik ekip Aqua 1 teknesini ziyarete gittik. Çiçek filan yaptırdık. Onlar da o gece doktorlardan oluşan bir topluluğa gezi yaptırıyorlarmış. Bizim yaralılara da ilk müdahaleleri bu doktorlar yaptı zaten. Kaptanla çay içerken kendilerinin de bizim gibi ama 200-300 metre açığımızdan karşıya geçtiklerini ve bizim tekneyi geminin önüne doğru giderken gördüğünde muhtemelen içinde psikolojisi bozuk tek bir kişi var ve bariz şekilde intihar ediyor diye içinden geçirdiğini dehşetle anlattı. Gördüğü manzaradan çok etkilendiği belliydi...
----------------
(Bu kısım biraz "yoğun" ve rahatsız edici olabilir kusura bakmayın)
Onur Birdal... Aslan gibi bir Erzurum delikanlısı idi... Kazadan önceki son zamanlarda bayağı samimi olmuştuk ve beraber vakit geçiriyorduk. Aşağıdaki fotoğrafı Beşiktaş-Kadıköy vapurunda çekmiştim. Farklı farklı senaryolar yıllar boyu uykulu ve ayık rüyalarıma girdi, hafızasını kaybetmiş bir şekile bir yerlerden çıkması, yaşıyor olabileceği, beni bulması, vs... Binbir türlü ihtimal... Bulunamadı, Cemal ismindeki diğer mürettabat da öyle...
Kazadan sonra akrabaları açısından en kötü süreç o zaten. İnsan bir yandan ümit ediyor ama bir yandan da eli ile toprağa verebilmek gibisi yok: Toprağa ve kalbine gömüyorsun, o defteri "kapatabiliyorsun" bir anlamda (mümkün olduğu kadar tabii ki)... Ya böylesi???
1 ay boyunca boğazda her ceset bulunuğunda (ve biz duymuyoruz ama sık olan birşeymiş maalesef) seni çağırıyorlar teşhis etmeye gidiyorsun. Bir keresinde unutmuyorum yarım ceset bulunmuş. Yarım... Sadece belden aşağısı var cesetin. Dayısı gitmiş, yok pantolonu bu değildi demiş. Ben de bir ay kadar sonra filan tek başıma deniz polisine gittim. Haliç'te bir yerlerde karakolları. Biraz sohbet ettik. Yüzey-dip akıntısı konuştuk biraz, boğulan insanın batıp çıkacağı, o akşam ne yediğine bile bağlı dedi polis, kestirebilmek hemen hemen imkansızmış nerede olabileceğini...
Olayın bir diğer cephesi de kız arkadaşı Behiye... Tekne sürüklenirken sancağa yattığında Behiye kaymasın diye elinden tutmuş ancak bir süre tutabilmiş ve Onur kayarak denize düşmüş. Kızın psikolojisini düşünebiliyor musunuz? Kendine neler yaptığını, neler yaşadığını. Bir de sonuçta onu son gören kişi olduğu için Onur'un akrabalarına olayı kaç defa ne şekilde anlatmak zorunda kaldığını... Ama inanılmaz bir kız Behiye. Atlattı tüm bunları... O, Serkan ve ben olaydan sonra çok vakit geçirdik. Çok fazla konuşmadık, gerek kalmadı, zira böyle şeyleri paylaşan insanlar konuşmadan da konuşabiliyorlar, sanki çok derinlerde olan bir çift göz ile bakabiliyorlar birbirlerine. Yine anlatması zor birşey bu...
Yıllar sonra Kefken'de düğününe davet etti, gittik eşimle beraber, sarıldık kucaklaştık, son 1 senedir de instagramdan takip ediyorum, deli gibi dünyayı geziyor, ileri seviye dalgıç olmuş, şahane, keyifli bir hayatı var gibi ve daha da fazlasını hakediyor, çok seviyorum onu...
------------------
Olaydan birkaç gün sonra Onur'un ailesi ile konuştum, Cuma günü Erzurum'da bir gıyabi cenaze namazı kılacaklarını söyledi. Muhakkak gitmem lazım, başka gelmek isteyen de olur diye düşünüyorum ama zaten 3-4 gün olmuş daha millet perişan nasıl organize edeceğim filan diye kara kara düşünürken aklıma bir fikir geldi. Sonuçta cenaze ortada yok, biz de aynı saatlerde Boğaziçi Üniversitesi'ndeki güzel mimarili Ülker camisinde bir gıyabi namaz kılalım. Hem çok kalabalık olur herkes gelebilir diye. İzin aldım ailesinden, çok güzel olur teşekkür ederiz dediler. Yalnız hesaba katmadığım bir faktör var: Fikri Hoca! Caminin hocası değişik bir tip (anlatılmaz yaşanır dedikleri türden), yok dedi bizim mezhepte var yok muhabbeti, hoca dedim sen karışma ben dışarıdan adam getireceğim. Sen sadece duyurursun cuma hutbesi sırasında, tamam ama yine de söylerim dedi bizim mezhepte uygun değil gibi bişeyler. S.. git dedim içimden, tamam o zaman ayarlıyorum ben dedim dışımdan...
Hafız bir arkadaş vardı ona sordum tanıdığı biri var mı diye, ilahiyatın eski mezunlarından birini söyledi, ben konuşurum dedi. Adam imam filan değil iş güç sahibi serbest meslek çalışan birisi ama zamanında Türkiye Kur'an okuma şampiyonu olmuş bi müsabakada. (Türkiye şampiyonu demek dünya şampiyonu demek bu dalda bu arada Araplar hiç kusura bakmasın... :-)
Mütevazı iyi bir adamcağız, geldi sağolsun, sabahtan Nur'un evinde toplandık, tüm arkadaşlarımız için bir mevlit okundu, helva filan kavurdu birileri gelen hoca da gerçekten öyle bir Kur'an okudu ki, gönüllere şifa, su serpildi bir nebze olsun... Namazdan önce camide de bir miktar tilavet yaptı ve Fikri Hoca'nın anonsu ve sevimsiz uyarısına rağmen öğrencilerden ve hocalardan oluşan tıklım tıklım bir cemaatle gıyabi cenaze namazı kılındı.
Namazdan sonra hocayı Mecidiyeköy'e bırakmak için arabama gittiğimizde arabama hırsız girdiğini ve benim teyip ile beraber hocanın çantasını da çaldığını gördüm. Nasıl bir mahcubiyet anlatamam, adam bizim için gelmiş sadece hayrına, olan işe bak! Benim hasar zerre umrumda değil yerin dibine girdim. Adam üzüldü tabii ama o halimi gördü de bişey demedi, sonra bir iki defa daha telefonla görüştük...
--------------------
Bir iki hafta kadar sonra kuzey kampüste kare bloğun yan tarafında Elektronik bölümü Muhammed hatırasına bir ağaç dikti, bu küçük merasime bölümden öğrenciler filan katıldı, Muhammed'i zerre kadar tanımadığı her halinden belli olan aynı bölümden ukala bir lisans öğrencisi konuşmaya gönüllü oldu ve saçma sapan bişeyler zırvaladı, başka da kimse konuşmadı bu tören sırasında. O ağaç hala orada duruyor mu bilmiyorum...
---------------------
Annem olaydan sonra ısrarla bir psikolog görmemi istediğini söyleyip duruyordu. Biraz da bu uyarılardan bıktığım için okulun rehberlik servisindeki psikoloğu görmeye gittim. Diğer arkadaşlardan da giden vardı bu hanıma. Hayatımda ilk defa psikoloğa gidiyorum, ne demem gerektiğini de bilmiyorum. Birinci seans olayı anlattım baştan aşağı, hiçbirşey demeden dinliyor, onun da bişeyler demesi gerektiğini filan düşünüyorum şaşırıyorum. :-) Öyle bitti seans hiçbirşey anlamadım, ikinci (ve son) seans zaten iyice saçma bir hal aldı çünkü anlatacak birşey kalmadı, yarısında boş boş durduk. Ben öteki arkadaşlarımı soruyorum ısrarla o beni konuşturmak için bişeyler soruyor nasıl değerlendirdiğimi filan soruyor bu olayı, ben de dindar biriyim (o zamanlar öyleydim) dedim, kader çizgisinde değerlendiriyorum gibi birşey dediğimi hatırlıyorum, çok da beni sarsmasına izin vermediğimi anlatmaya çalışıyorum esasında ama bu ne kadar doğru hala bilemiyorum. Bütün arkadaşlarım ve annem olaydan sonra biraz daha sinirli bir adam haline geldiğimi söylemişti müteakip ay ve yıllarda... Olay esnasında ve sonrasında nasıl bu kadar sakin kalabildim sorusunu da kendime sormadım değil, yıllar sonra Lars von Trier isimli bir yönetmen verdi bu sorunun cevabını, onun "Melancholia" isimli bunalımlı filmini seyredenler anlayabilir: "Melankolik (şimdilerde depresif diyorlar) karakterli insnlar zaten tüm hayatları boyunca her an kötü birşey olacakmış gibi yaşadıkları için gerçekten kötü birşey olduğunda fevkalade sakin kalabilir." Tam olarak bu tanıma uymuyorum gerçi öyle kabus gibi filan yaşamıyorum hayatımı, bazen zevk aldığım da oluyor :) ama yine bulabildiğim en iyi açıklama bu...
-----------------------
Aklımda kalan ve yazmadığım birkaç detay daha var ama belli bir yazı formatı akışına ancak bu kadar sokabildim. Aramızda muhtemelen bu kazayı hatırlayanlar vardır... Çoktan olup bitmiş, hesabı dürülmüş bir meseleyi açmanın sıkıntı yaratabilecek tarafları olduğunun farkındayım ama dediğim gibi hem kendi hafızamda sınırlı kalıp bir süre sonra tamamen silinmesine gönlüm razı gemedi, hem de internetteki izi gide gide silindiğinden elimdeki solmaya başlayan küpürlerin denizcilik ve medya arşivi açısından (özellikle de hakikatin medyanın elinde ne hale gelebileceğini göstermesine canlı emsal teşkil etmesi açısından) ifade edebileceği birşeyler olabileceğini düşündüğüm için ilk defa burada bu konu ile ilgili birşeyler yazmak istedim.
Gazete küpürleri:
https://drive.google.com/open?id=1RXOZml8pq-NeX_G2b34V-LvtDOVptz_v
-
Mukemmel yazı...
SM-N950F cihazımdan Tapatalk kullanılarak gönderildi
-
Çok üzüldüm ..........
Hayatımızın akışını Dakikalar saniyeler saliseler belirliyor........
-
O olayı çok iyi hatırlıyorum. Gazete ve televizyonlar Laila'yı beleş izlemek isteyen öğrenciler olarak vermişti de o zamanlar denizi karadan seyreden ben, "Nasıl oluyor da Laila'nın önündeki yani kıyıya yakın bir tekneye gemi çarpıp batırabiliyor?" diye düşünmüştüm. (galiba ilk tv haberi de tekne alabora oldu şeklindeydi)
"Boğaz Vapuru" niyetine konan motorlar Eminönü'nden Sarıyer'e giderken tam da önünden geçer. Oradan her geçişimde hatırlardım olayı(tabii konseri bedava izlemek isteyen öğrenciler olarak). Bundan sonra başka gözle bakıp farklı duygularla hatırlayacağım.
Çok yıl geçmiş ama yine de geçmiş olsun diyorum. Hayatını kaybedenlere de rahmet diliyorum.
-
Doğan korsanım geçirmiş olduğun büyük bir travma aslında .
Buna rağmen yelkenci oldun ya helal olsun sana 1w5ey8 1w5ey8
-
Paylaşmak güzeldir. İyi ki yazdınız, biz de olayın içyüzünü anlamış olduk. Basının yazdıklarının, tv de anlatılanların yarıdan çoğu gerçek dışı maalesef. Birkez daha hatırlamış olduk.
-
Çok geçmiş olsun.
Bu detayda bilgilendirme için çok teşekkür ederim.
Vefat eden arkadaşlarınıza rahmet dilerim.
-
Çok geçmiş olsun. Kayıpların yeri iyi bir yerler olsun.
O olayı çok iyi hatırlıyorum çünkü bir boğaz çocuğu sayılmasam da neredeyse adım adım Beşiktaş'tan Sarıyer'e, Kuzguncuk'tan Anadoluhisarı'na boğaz kıyılarını yıllarca gezdiğimden ve geçen her gemiyi, manevralarını ezberleyecek kadar seyrettiğimden, o kaza nasıl olabildi çok şaşırmıştım. Tur motorlarının her zaman yaptığı rotadır anlattığınız ve o noktalar arasından karşıya geçiş standart uygulamadır. O hattan yapılır çünkü gelen trafiği iki yönlü de en rahat göreceğiniz noktadır ve hem akıntılar açısından hem manevra alanı açısından uygundur. Bu olayda sanırım hem sizin teknenin kaptanı son bir iki dakikaya kadar gemiyi görmemiş, hem de tankerin kaptanı sizi görmemiş veya öyle bir manevraya kalkışacağınızı öngörmemiş. Akıntı burnundan sonra Marmara'ya inen bir geminin pek manevra şansı olmasa da ufak bir dümen hareketiyle iskeleye kaçıp kurtarma şansı olabilirdi. Hem akıntı, hem mesafe, hem manevra alan genişliği yeterli o noktada. Ancak dediğim gibi bunları yapmadığına göre büyük olasılıkla tanker de sizin tekneyi geç gördü veya orta hatta durup kendisini bekleyeceğinizi var saydı. :(
-
Koskoca geminin yapabileceği hiç bir şey yok.Yüzlerce kere boğaz geçişi yaptım bahsettiğiniz motorlar gemilerin önünden geçmeye bayılıyorlar veyahut burnunun dibine kadar sokulup bekliyorlar.Hele birde gece vakti boğazın ışıkları arasında bu teknelerin hareketini izlemenin ne demek olduğunu anlayabilmek için o gemilerden birinin köprü üstünde olmak gerekli.Bu Tur tekneleri ve Motor kaptanları böyle sorumsuzca davrandığı müddetçe maalesef bu türlü kazalar oluyor.Çok Çok geçmiş olsun ucuz atlatılmış bir kaza
-
Bütün bu şehir ışıklarına rağmen, boğazdan aşağı inen ya da yukarı çıkan bir gemiyi görmek gerçekten çok zor(seyirler yaptım, oradan da biliyorum). Belki de ışıklar yüzünden... Seyir fenerleri şehir ışıklarına karışır seçemezsin, geminin siluetini fark edemezsin falan filan...
Hatırlar mısınız bilmem, İDO'nun bir deniz otobüsü Kız Kulesi önlerinde bir geminin önünden geçmek isterken çatışmıştı.
İDO'dan emekli bir ağabeyimiz var(Başmühendis-Çarkçıbaşı), hâlâ İDO'daki arkadaşları ile görüşür, ona sormuştum "Nasıl olmuş" diye,
"Erol'cuğum, bizimkiler gemiyi görmemişler bile" demişti.
Boğaz hakikaten çok dikkat istiyor. Hele ki geceleri...
-
Bütün bu şehir ışıklarına rağmen, boğazdan aşağı inen ya da yukarı çıkan bir gemiyi görmek gerçekten çok zor(seyirler yaptım, oradan da biliyorum). Belki de ışıklar yüzünden... Seyir fenerleri şehir ışıklarına karışır seçemezsin, geminin siluetini fark edemezsin falan filan...
Hatırlar mısınız bilmem, İDO'nun bir deniz otobüsü Kız Kulesi önlerinde bir geminin önünden geçmek isterken çatışmıştı.
İDO'dan emekli bir ağabeyimiz var(Başmühendis-Çarkçıbaşı), hâlâ İDO'daki arkadaşları ile görüşür, ona sormuştum "Nasıl olmuş" diye,
"Erol'cuğum, bizimkiler gemiyi görmemişler bile" demişti.
Boğaz hakikaten çok dikkat istiyor. Hele ki geceleri...
IDO nun koskoca gemiyi görmemesi akıl alır iş değil Kuzeyden güneye veyahut aksine geçiş yapan gemileri görmek kolaydır ,asıl problem boğazda iki kıyı arasında gidip gelen araçları büyük gemilerin görememesidir.HİÇ BİR ZAMAN BİR GEMİNİN ÖNÜNDEN GEÇMEYİN Özelliklede gece vakti ve boğaz gibi dar sularda.İdonun radarı var ve koskoca geminin önünden geçmeye kalkıyor,Takdir sizin
-
Doğan bey çok geçmiş olsun, kayıp arkadaşlarınız için üzgünüm. Bunları burada yazıp anlatmakla iyi ettiniz,, hem olayı daha doğru bize anlattınız hem de kendinizi belki bir miktar daha rahatlatmış oldunuz. Umarım hiçbirimiz böyle talihsiz kazalarla karşılaşmayız...
-
Doğan korsan merhaba.
Ben de geçmiş olsun diyeceğim ama...
Zaman acıların etkisini azaltsa da silemiyor.Geçmiyor yani.
O izlerle, zaman zaman sızlayan yanlarımızla yaşamak ve artık bizimle olmayan dostlarımızı bu sızılarla unutmamak, anıları ile yaşamak durumundayız..
Böyle bir travma sonrası bile yelken/ deniz tutkunuzun sürüyor olması çok güzel.
-
Çok geçmiş olsun, hayatını kaybedenlere Allah rahmet etsin.
Bu kadar trajik ve yankı uyandıran bir durum değildi ancak benimde gözlerimle şahit olduğum bir kazayı, ertesi gün gazetelerde okuyunca "yok ya bu değil, bir tane daha kaza oldu herhalde onu anlatıyor bizim gördüğümüz gazetede çıkmamış" demişliğim var.
Kazanın olduğu yıllarda basın bu şekilde davranarak dikkat çekme peşindeydi ne yazık ki. Olanı olduğu gibi anlatsa "geleneksel bir okul gecesi evlerine dönen öğrencileri taşıyan motor ile gemi çarpıştı" yazsa 1 okunacak, işin içine Reina vs eğlence meraklısı gençler türk müziği dinleyen kesimin reina laila vs de işinin olmayacağı algısı, müziğin kapatılmaması oradakilerin eğlenmeye devam etmeleri vs vs vs ile sayfalarını doldurmalarını, yarın öbürgün yayınlayacak kayda değer bir haber bulamazlarsa açılacak yeni tartışma konularını da beraberinde getirerek 100 okunmasını sağlayacak.
Hayatlarını kaybetmiş gencecik insanlar ve kazadan kurtuldukları halde psikolojilerini düzeltmeleri uzun zaman alacak kazazedeler üzerinden bu çirkin hesapların yapılmış olması en hafif ifadeyle vicdansızlıktır.
Bugün durum farklı mı ? Değil.
Ancak bugün haber almayla ilgili olarak elimizde gazete ve televizyonlardan çok daha etkili bir yol olan internet var. Gazeteler sallarken biraz daha destekli sallamak zorunda hissetmeseler de artık o yıllardaki kadar etkin olmadıklarını düşünüyorum.
Bundan sonra benzer olayların yaşanmaması adına da ister küçücük bir sandal ister 200 metrelik bir gemi olsun, herkes denizcilik kurallarına ve denizin kendisine azami saygıyı göstermelidir.
Tekrardan büyük geçmiş olsun...
-
Çok geçmiş olsun, hayatını kaybedenlere de Allahtan rahmet diliyorum.