0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

*

    U. U.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #15 : Haziran 25, 2011, 16:08:09 »
Hakan korsanım gördüğüm kadarı ile okuyabilmek için önce eski yazı bilmeniz gerekiyor  Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap .


*

    C. G.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #16 : Haziran 25, 2011, 16:50:34 »
Yazarak anlatabilmek daha da zor olacak diye düşündüm...... Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap


*

    C. G.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #17 : Haziran 26, 2011, 01:50:05 »
Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap


*

    N. Ö.

Ynt: Deniz Kültürü - bugün fırtına olur mu?
« Yanıtla #18 : Haziran 27, 2011, 09:43:36 »
Fırtına Takvimi hep ilgimi çekmiştir. Mustafa Pultar'ın fırtına takvimlerine dair bir yazısından sonra daha da dikkat eder olmuştum. bugün de takvimimiz "kızıl erik fırtınası" na işaret ediyor Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
aklıma yine bu yazı geldi ve paylaşayım dedim.

Bugün Fırtına Olur mu?

Mustafa Pultar

Geçtiğimiz günlerden birinde Yakup Akkaya, internetteki “olta” iletişim listesine Zemheri fırtınası ile
ilgili bir ileti gönderdi. Meteoroloji sayfalarındaki fırtına bilgilerinin oldukça değişken olduğundan,
hepsinin farklı farklı yorum yapmasından söz ediyor, "Zemheri" fırtınası tarihinin kimi kaynaklarda 5
Ocak, kimisinde ise 8 Ocak olarak gözükmekte olduğundan yakınıyordu.
Ben de bu “fırtına takvimi” ya da cetveli konusuna zaten uzun zamandır şüphe ile bakmışımdır. Bir
zamanlar bu şüphemi kıymetli dostum Yusuf Civelekoğlu ile de tartışmış, onun da benzer biçimde
düşündüğünü öğrenmiştim. Ama son olarak Yakup beyin mesajı üzerine, şu konuyu biraz ayrıntıda
kurcalayım dedim. İşte, orayı burayı biraz deşince bulduklarımı arzediyorum efendim!
Önce “bu takvim nemenem bir takvimdir, ne derece tutarlıdır” sorusuna bakalım. Çeşitli
kaynaklardan Türkiye kıyıları için geçerli olduğu öne sürülen on yedi adet fırtına takvimi buldum. On
yedi tane de artık herhalde yeterlidir diye daha fazlasını aramadım; eğer arasam başkalarını da
bulacağımdan hiç şüphem yok. İncelediğim takvimlerin arasında Sadun Boro’nun Vira Demir adlı
rehberinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yıllık Ajandası’ndan aktardığı takvim, rahmetli Samim
Çağatay’ın “rahmetle andığı … seyri sefain (gemi seyri) hocası Ahmet Rasim beyin kitabından, Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı’nın yıllık ajandasından ve eski takvimlerden elde edip toparladığı” takvim
(Yelken Dünyası 21, 1986), Ahmet Rasim Barkınay’ın Karadeniz Sevahili (1930) adlı rehberinde
yayımladığı “Karadeniz menâtıkı
cenûbîyesinde (güney bölgelerinde) vukua gelen fırtınaların
takvimlerde münderiç (içerilen) takrîbî eyyâmı
zuhûru (ortaya çıkma günleri)” başlıklı liste, Rod
Heikell’in Turkish Waters Pilot adlı rehberinde sözünü ettiği Kıptî fırtına takvimi, Rick ve Sheila Nelson
ile Doreen ve Archie Annan’ın Karadeniz rehberlerinde yer alan takvimler, MeydanLarousse
ansiklopedisindeki fırtına takvimi, Alman Argos yatçılık firmasının yayımladığı “Der Türkei Insider”
internet sayfasındaki takvim (ki bunun Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Enstitüsü ile Acem Naci
beyden kaynaklandığını söylüyorlar; ama ne SHOD’un bir takvimini ne de Acem Naci beyin kim
olduğunu bulabildim) ve başka birkaç takvim daha var.
Bu takvimleri günler itibarıyla yanyana dizip de inceleyince ortaya birkaç ilginç özellik çıktı. Bir kere,
yıl boyunca fırtınalı olarak geçeceği öne sürülen gün sayısı, bu takvimlerde 27 ile 116 arasında
değişiyor; diğer bir deyişle, takvimlerin arasında yılda kaç gün fırtına olabileceği hakkında bir
uyumluluk yok. Öte yandan, fırtınalar için belirtilmiş olan günler de birbirlerinden çok farklı.
Örneğin, Yakup beyin değindiği Zemheri fırtınası için, yalnızca onun söz ettiği 5 ve 8 Ocak günleri
değil, 4 Ocak’tan 10 Ocak’a kadar hemen hemen her gün fırtına görülebiliyor. Bir de Kasım ve Aralık
aylarında görülen Zemheri fırtınaları var ki, onları görmemiş olalım. Peki, bu takvimlerin birbirlerine
uyum gösterdikleri günler hiç yok mu? Tabii ki var. Onları da şöyle bir hesap yapıp belirledim: Söz
konusu onyedi takvimin en az yedi tanesinde hangi günler fırtınalı görünüyor diye araştırınca ortaya
68 gün çıktı. Kolaylık olsun diye bu 68 günden oluşan takvime “uyumlu fırtına takvimi” diyelim.
Takvimlerin hemen hepsinde şuna benzer ifadeleri görmek mümkün: “Kati gözüyle bakılmasa da, bir
iki gün arayla, pek çoğu doğru çıkar” (Sadun Boro). “Bu fırtınaların genellikle bir gün evvel veya bir
gün sonra çıktığına, fakat ekserî zamanlarda günü gününe vâki olduğuna şahit olduk” (Samim
Çağatay). “Söz konusu tarihten iki yöne sapma nadiren 48 saatten fazladır” (Rod Heikell). Diyelim ki
uyumlu fırtına takvimideki günler, önceye ya da sonraya, birer gün sarksın. O zaman yılın 365
gününün 165’ünde fırtına olma olasılığı ortaya çıkıyor. İki gün sarksın dersek, bu sayı 226’e çıkıyor.
360 günün 226’sında fırtına olma olasılığı biraz fazla değil mi?
Şimdi de biraz hafif olasılık hesabı yapalım. Takvimler içinde bir fırtınanın belirtilen günlerde
oluşması olasılığını bir tek Heikell yüzde altmış olarak veriyor; diğerleri “ekserî, çoğu zaman” gibi
sözlerin dışında bir olasılık veremiyor. Heikell’in dediğini ve artı eksi bir günü sapmasını da kabul
edersek, böylece takvime göre fırtına olabileceği söylenen herhangi bir günde gerçekten de fırtına
olmasının olasılığı beşte birdir. Ayrıca, iki fırtınanın, belirtilen süreler içinde oluşması olasılığı aşağı
yukarı üçte bir, altı fırtınanın ise doğru olarak kestirilebilmesi olasılığı ise yüzde beşin altındadır. Yani
fırtına takviminin herhangi altı fırtınayı, o artı eksi bir günlük süre sınırı içinde, doğru olarak tahmin
edebilmesi olasılığı, istitastikçilerin terimiyle “ihmal edilebilir” nicelikte, yani pratik olarak yok
mertebesindedir.
İnsanlara verilen isimler nasıl umutları (Dursun), huyları (Selim), doğum günlerini (Bayram) gösteren
kültürel göstergelerse, fırtına isimleri de acaba öyle midir diye baktığımızda, gerçekten de takvimlerde
görülen fırtınaların bazılarının isimlerinin, bunların neye bağlı olarak zamanlanmış olduğuna dair
ipuçları verdiğini görüyoruz. Örneğin Ülker fırtınaları. Ülker, bir yıldız kümesi; Arapça adı Süreyya,
Farsça ise Pervîn. Boğa burcunda yer alan ve 120 civarında yıldızdan oluşan Ülker, gözle bakıldığında
sanki tek bir yıldızmış gibi görünüyor. Bizim bulunduğumuz enlemlerde ancak kış aylarında
görülebiliyor. Ülker adını taşıyan fırtınalar da işte onun geceleri gökyüzünde görüldüğü dönemlerin
başı ve sonu. Fırtına takvimlerinde 28 Kasım ilâ 2 Aralık arasında görülen fırtına, Ülker’in sabah
güneş doğarken kuzeybatı ufkunda görülmeye başladığı döneme, 22 Mayıs ilâ 10 Haziran arasındaki
fırtına ise Ülkerin akşam güneş batarken kuzeydoğu ufkunda kaybolmaya başladığı döneme
rastgeliyor. Balık fırtınaları da (26 29 Ekim) aynı şekilde Balık burcunun güneş doğarken batı ufkunda
görünmesine bağlı. Kısacası, bu fırtınaların oluşacağı tarihler astronomik olaylara bağlanmış. Diğer
bazı fırtınaların da astronomik olaylara bağlanması özelliği, yaz gündönümü (1922 Haziran) ve kış
gündönümü (18 28 Aralık) fırtınalarında da açıkça görülüyor. Araştırmadım ama Kuğu (1618
Nisan),
Koç katımı (35 Ekim) ve Sittei sevir (Ar. = boğanın altı günü) (2227 Nisan) fırtınalarının da aynı
şekilde Kuğu takımyıldızı ile Koç ve Boğa burçların gökküredeki durumlarına göre belirlenmiş
olduğunu tahmin ediyorum.
İnsanın kaderinin, gök cisimlerinin hareketlerine bağlı olduğu inancı çok eski ve yaygın bir inanç;
bugün bile aklı başında sandığım birçok kişinin burç falına ve astrolojik tahminlere inandığını görünce
kendimi şaşırmaktan alıkoyamıyorum. Bu durumda, konu üstelik fırtına (Lat. fortuna = kader) olunca,
astrolojinin işin içine bulaşması hiç te şaşılacak birşey değil herhalde. Hattâ biraz kurcalarsanız,
astrologların astrometeoroloji diye bir hurâfe etrafında, yalnız bizim naçiz fırtına takvimini değil,
yeryüzünün tüm meteorolojik olaylarını yüzlerce, binlerce ışıkyılı ötede varolmuş ve bitmiş olaylara
bağlama çabası içinde olduğunu görürsünüz.
Gökten yere indiğimiz zaman, havanın soğuması ve ısınması ya da yağmur gibi olaylara bağlı olarak
adlandırılmış fırtınalar da görülüyor. Bu durumda insan, takvimlerdeki fırtına sözcüğü ile ne
kastedildiği hakkında şüpheye düşüyor. Bu sözcük, bugün bizim deniz terminolojisinde anladığımız
gibi 8 ya da üstü bofor kuvvetinde bir rüzgâr mıdır, yoksa günlük kullanımdaki olağan anlamıyla
soğuk, yağmur, kar getiren bir hava olayı mı? Örneğin, takvimlerde Kocakarı soğuğunun (Ar. Berdülacuz) (1118 Mart), Zemheri’nin (Ar. zemherir = kış gündönümünden Ocak sonuna kadar süren
soğuklar, karakış) (1819 Aralık, 511 Ocak), sırayla havanın, suyun, toprağın ısınmaya başladığı öne
sürülen cemrelerin (Ar. = ateş parçası) (20 ve 27 Şubat, 6 Mart) fırtına olarak gösterilmesi bu ikinci
anlamı aklına getiriyor insanın.
Bir de kuşlar var ki bu mübareklerin her geliş geçişinde fırtına kopuyor. Sanki iklimin değişmesine,
havaların gidişâtına göre değil de Türk Hava Yolları’nın uçuş tarifesine göre gidip geliyorlar.
Kırlangıçlar mı istersiniz, leylekler mi; çaylaklar, bıldırcınlar, turnalar mı? Bir tek kargası eksik!
Yıldızların, soğukların, kuşların arasına sıkışıp kalmış bir de Mısırlı bir aziz var: Aziz Antonios.
Hıristiyanlığın ilk keşişlerinden ve Kıptî kilisesinin azizlerinden. 17 Ocak 356 günü Kızıldeniz
yakınlarında kendi kuruduğu manastırda ölmüş; o gündür bu gündür 17 Ocak günü onu anmak için
yortu günü olarak kutlanıyor. Miladî takvime geçerken eski Rumî takvimin günlerine 13 gün
eklenince, 17 Ocak olmuş 30 Ocak. Eh, o yortu için de takvime bir fırtına koymadan olur mu? İşte,
Ayandon (Aya Andon) fırtınası (30 Ocak). Meryem Ana (1315 Ekim) ve Karakoncolos (1416 Ocak)
fırtınalarının da benzer biçimde tarihlendiğini sanıyorum ama bunlara ilişkin sağlam bir açıklama
oluşturamadım.
Fırtına takvimlerinde bir başka özellik daha dikkati çekiyor. Ahmet Rasim ile Rod Heikell’in
takvimleri dışındaki takvimler öngördükleri fırtınaların hangi denizimizde ve hangi bölgede yer
alacağını belirtmiyorlar; Karadeniz’de de olabilir, Akdeniz’de de. Halbuki şunu da biliyoruz ki bir
denizimizde fırtına koparken başka bir denizimizde; hattâ, örneğin, güney Ege açıklarında fırtına
varken Saros körfezinde, hava limanlık olabiliyor.
Gelelim rüzgârın yönüne! Hiç şüphesiz bunun bilinmesi de fırtınanın nerede olacağının bilinmesi
kadar önemli. Ama, takvimler bu bilgiyi de içermiyor, bir tek Heikell’in verdiği Kıptî takviminin
dışında. Bu durumda, diyelim ki, yukarıda günler ve tarihlerle ilgili olarak belirttiklerimi kulak arkası
edip, fırtına takvimlerine inandık. Ama şimdilik bir de, söz konusu günlerde, kıyılarımızın ve
denizlerimizin hepsinde birden, hangi yönden eseceği bilinemeyen fırtınalar beklememiz isteniyor.
Eh, bu kadarı artık fazla değil mi?
Yusuf beyle fırtına takvimi konusunu tartıştığımız zaman bana şunları sormuştu: “Bu takvimin
oluşturulması ile ilgili en ufak bilimsel veya bilimsele yakın bir gözlem/kayıt var mıdır? Bir kişi ya da
kurum hava durumunu istikrarla takip etmiş midir? Bu takip kayda alınmış mıdır?” Bu soruların
yanıtını bulabilmek için biraz araştırdım ama herhangi birşey bulabilmiş değilim. Eğer bu konuda
bilgisi olan varsa, söz konusu çalışmaları bana duyurmak lütfûnda bulunursa çok müteşekkir olurum.
Çünkü, yine Yusuf beyin sözleriyle, “eğer bu takvim belli bir gözlem ve bunun değerlendirilmesi
sonucu oluşmuş ise ve bu takvim gerçeklerle korelasyon gösteremiyor ise sonuç bir türlü. Ancak eğer
bir de ortada hiçbir tutanak yok ise, sonuç çok vahim ve yüz kızarmadan tekrar gören hurâfelerin
başında yer almaya namzet.”
Araştırdığım bir diğer konu ise, başka kültürlerde, özellikle de denizci olarak bildiğimiz kültürlerde
buna benzer takvimlerin olup olmadığı idi. O çabam da bir sonuç vermedi. Meteorolojik kaynaklarda
belirli bölgelerde rüzgârın yön ve hızının sıklık dağılımlarını gösteren şemalar, rüzgâr gülleri var.
Örneğin, Akdeniz, Ege ve Marmara denizleri ile ilgili olarak Lothar Kaufeld, Klaus Dittmer ve Rolf
Doberitz’in yazmış oldukları Mittelmeerwetter (Akdeniz’in Havası) (Bielefeld: Delius Klasing, 1995) adlı
eser, bu türden bilgileri içeren çok önemli bir kitaptır. Ama fırtına takvimi gibi bir şeye hiç
rastlamadım.
Mordoğan Belediyesi’nin takviminde şöyle bir uyarı var: “Yıllık fırtına takvimi, tamamen yılların
gözlemlerine dayanarak hazırlanmış, geleneksel diyebileceğimiz bir tahmin şeklidir. Hiç bir bilimsel
veriye dayanmamakta olup, önemli ve sorumluluk gerektiren hallerde bu takvime itibar edilmesinin
doğru olmayacağını hatırlatmak isteriz.” Benim gözümde de bu takvimlerin sağlam verilere
dayanmadığı, hatta meteorolojik olayların kaotik davranışı gözönüne alındığında, fırtınaların gün
temelinde bir takvim ile kestirilemeyeceği hususu hiç şüphe götürmemektedir.
Deniz sürekli olarak dikkat, basiret, önlem ve güvenilecek davranışlar gerektirir. Bundan dolayı da
edindikleri ve kullandıkları bilgiler açısından denizciler genelde tutucu olurlar. Çoğu kez bu
tutuculuk her tür akılcı kanıta rağmen içimize işlemiştir; eskilerden gelme inançların kaldırılıp
atılması öyle kolay değildir. Fırtına takvimlerine olan inancı da buna veriyorum. Ama, artık
meteorolojik tahminlerin eskilere göre daha sağlıklı olarak yapılabildiği ve yayımlandığı günümüzde,
denizcilikle ilgili envaî türlü yayında, bir sürü internet sitesinde bu takvimlerin hâlâ yayımlanmasına
devam ediliyor olması, sanki bunlar Allah kelâmıymış gibi, güvenilir bilgilermiş gibi bir imaj
yaratıyor. Bu oluşuma engel olmamız gerek; bilimsel olarak gösterilemeyen şeylerin denizcilik
kültürümüze yerleşmesi doğru değildir. Bu takvimlerin geçerli olduğu yönündeki inanç ve bunun
yayılmasına gösterilen çaba, basiretsiz bir davranışın sonucudur.
Fırtına takvimlerinin varlığına ve bunlara olan inanca, yola çıkanın arkasından su dökmek ya da
“Allah korusun!” niyetine tahtaya vurmak gibi, kültürümüzün güzel ve şık davranışlardan biri olarak
bakmak gerekir. Ama, o kadar! İş ciddiyete binince mutlaka güvenilir meteorolojik tahminlere itibar
etmeli, Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün günde bir kaç kez VHF ile yayımlanan tahminlerini
dinlemeli, ya da internet sitesindeki (Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap) üç günlük deniz tahminlerine bakmalıdır.
Atina Üniversitesi’nin atmosferik modelleme ve hava tahmin grubunun sitesi (forecast.uoa.gr) tüm
Akdeniz ve ayrıntıda da Amasra ilâ Antalya’dan geçen bir hattın batısında kalan bölgelerimizle ilgili
olarak çok ayrıntılı hava tahminleri yayımlamaktadır. Denizci toplumların arkasındaki altyapı ve
kültür birikiminin en güzel örneklerinden biridir bu site. Darısı Meteoroloji Genel Müdürlüğü’nün
başına!
Bunca lâftan sonra, hâlâ, sen bu fırtına takvimi işine ne diyorsun diye sorarsanız; “bugün fırtına olur
mu” sorusuna yanıt bulmak için, bir çingene falcıya ya da bir sosyete medyumuna gidip fal açtırmak;
onlar olmazsa, bu sıralarda ortada bol bol gezinen astrologlara fortuna’yı okutmak, fırtına takvimine
güvenmekten daha akıllıcadır derim. Yok, “ben yine de fırtına takvimine güveniyorum” derseniz, siz
en iyisi önce bir yatıra gidip çaput bağlayın sonra da mahallenin falcısına şöyle güzel bir kurşun
döktürün.
« Son Düzenleme: Haziran 27, 2011, 09:44:48 Gönderen: Nilüfer Özdemir »


*

    K. A.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #19 : Haziran 27, 2011, 10:12:02 »
Başka falcılara ne gerek Nilüfer , Mustafa korsan hem büyü yapıyor, hemine bakla falı bakıyor

*

    H. T.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #20 : Haziran 27, 2011, 10:33:21 »
Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Nefis bir organizasyon bu, kıskanmamak elde değil. İçim gitti.

Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
Fırtına Takvimi hep ilgimi çekmiştir. Mustafa Pultar'ın fırtına takvimlerine dair bir yazısından sonra daha da dikkat eder olmuştum. bugün de takvimimiz "kızıl erik fırtınası" na işaret ediyor Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Keyifli bir yazıymış, hep de merak ederdim doğrusu...
*

    H. T.

Osmanlı Caddesi
« Yanıtla #21 : Haziran 28, 2011, 20:42:10 »
Önsöz

1999 yılında henüz Marmaray projesi ortalıkta yok iken, ancak hararetli tartışmalar gündemin bir köşesinden girmeye çalışırken, “bir İstanbullu” olarak dahil olmak istedim tartışmalara. Köprü mü? Tüp geçit mi? Yarma mı, batırma mı? Kaç köprü? Fakat gördüm ki İstanbullu olmak yetmiyor iki kelime edebilmek için. Başladım araştırmaya; ikinci binin sonuna günler kala, Şehr-i İstanbul’un Boğazı aşma histerisine dalıverdim bir ucundan.

I. Bölüm – Boğazı Aşmak

Aslında gerçekten bir çeşit histeridir bu; Boğaz’ı aşmak, iki kıtayı birbirine bağlamak. Binlerce yıl öncesinden bu yana denenen, vazgeçilen, tartışılan… Dolayısıyla biraz gerilere gitmek gerek önce. Önce anlayabilmek gerek Boğaz’ı aşmak ne demek.

Bilen bilir, bilmeyen için de bir kez daha anlatalım. Der ki kadim destanlar;
İo'dan alır adını Boğaziçi. Binlerce yıllık bir yasak aşk hikayesinin kahramanı genç ve güzel İo'dan. Kahramanlar, tüm zamanların gelmiş geçmiş en büyük kazanovası Zeus, dillere destan kıskançlığıyla eşi Hera ve kurban İo. Yasak aşkın kokusu çıkıpta yakayı ele verince Zeus, çılgına dönen Hera'nın gazabından koruyabilmek için zavallı İo'yu bir buzağıya çevirir. Fakat Hera yutmaz ve yakalatıp yüz gözlü çoban Argos'a teslim eder küçük buzağıyı. Zeus imdada yetişir, Hermes'i gönderir kurtarmak için zavallı İo'yu. Hermes tatlı namelerle yüz gözünü de uyutup öldürüverir Argos'u; özgür kılar küçük buzağıyı. Fakat bu sefer de baş belası bir sinek musallat eder Hera; İo nereye, sinek oraya... İo kaçar, sinek kovalar; yakaladıkça ısırır, canını yakar küçük buzağının. Az, uz, dere tepe düz derken, koskoca bir kıtanın sonunda bir boğaz keser yollarını Damalis denen yerde; yani şimdiki Salacak’ta. Ve bir hamlede sıçradığında karşı kıyıya, isim annesi olmuştu İo Boğaz'ın. Bosphorus yani şimdiki adıyla Boğaziçi; 'buzağı geçidi'.

Sadece bir tanesidir İo’nun hikayesi Boğaz’a atfedilen anlatıların. Neden hala Kadıköy’ün göbeğinde bir boğa durur tüm heybetiyle, hiç düşündünüz mü?

Bir de Phineus vardır ki, lanetlenmiş bir kör kahindir kendisi. Ama bilgeliğiyle yol gösterir belki de yazılı tarihin ilk kaşiflerine; Argonautlara…
'Yakında Symplegadlar'a (Çarpışan Kayalar) varırsınız. O kayaların arasından geçmek zorunda kalacaksınız; ama ne zaman ki aralarından biri geçmeye kalksa o yüce kayalar hemen birleşir, aralarında her ne varsa paramparça olur. Dediğimi yaparsanız sağ salim geçersiniz; kayalara varınca bir kumru uçurun. Kumru geçebilirse Argos gemisi de geçebilir. Eğer geçemezse siz de geri dönün!'

Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Tabii bu acımasız Symplegadlar Bosphorus'un en eski ve sadık bekçileridir ve Boğaz her daim kabusu olmuştur gözüpek ilkçağ denizcilerinin.

Ve bir sabah uyandıklarında iki kıtanın insanları, Dareos'un köprüsü uzanmaktadır Asya'dan Avrupa'ya. 2500 yıl önce ilk köprüyü kurdurtuyordu Dareos, mühendisi Mandrokal'a, Anadolu ve Rumeli Hisarları arasına. Derler ki, dizdirip gemilerini yan yana, seksen bin askerini taşıdı bir kıtadan diğerine.

Kısacası tarih boyunca hep sorun oldu onu aşmak; enine de boyuna da. Yüz yıllar boyunca rengarenk teknelerle buluştu iki kıta insanı. Yaşlı Boğaz çağlar boyunca bir yandan iki kıtayı birbirinden ayırdı; bir yandan ağır ağır taşıdı Karadeniz'in sularını açık denizlere...

Fakat doğaya hükmetmeyi saplantı haline getirmiş insanoğlu, Boğaz'ı da gözüne kestirmişti bir kere. Bir gün cüretli bir mektup aldı II. Beyazıt, Likardo adında bir Cenevizli'den. 'İzin verin bir köprü kurayım.' diyordu, Asya ile Avrupa'nın arasına. Asya'dan Avrupa'ya, doğu-batı ikileminin en keskinleştiği ve birbiri içinde eriyip yittiği topraklara. Doğu ve batının, Asya ve Avrupa'nın kesiştiği, yüzleştiği yerde bir köprü.

Likardo'nun ardından bir mektup da Da Vinci'den gelir Sultan'a. Belki de ilk köprü tartışmasını başlatır ve der ki mektubunda büyük üstad: 'İki yaka arasına açılır-kapanır bir köprü yapılmalı.' Fakat nedendir bilinmez, Osmanlı en ihtişamlı, en zengin döneminde bile itibar etmez bu çağını aşan tekliflere. Belki bir gavurun projesi olduğu için, belki de kayıkçıların ekmeği için; kim bilebilir... Dolayısıyla hala rengarenk tekneler boy gösteriyor, kavuşturuyor iki kıta insanını.

Bir adam daha var ki adını anmadan geçmek haksızlık olur. Tarih boyunca onun gibi geçen yok Boğaz'ı. Galata'dan, Üsküdar'a kanat açarak yazdırmış adını tarihe Hazerfan…

Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

II. Bölüm – Osmanlı Caddesi…

19. yüzyıla gelindiğinde rengarenk teknelere Eser-i Hayr adlı vapur eklendi.(1844) Sabah Sarıyer'den kalkan vapur Boğaziçi iskelelerine uğrayarak Bahçekapı'ya varır, akşam da aynı rotayı izleyerek dönerdi Sarıyer'e. Beş yıl sonra Şirket-i Hayriye katıldı Boğaz'daki kervana buharlı vapurlarıyla. Ve aynı yıllarda bir proje daha giriyor arşivlere. S. Preault adında bir adam günümüzden yüz kırk yıl önce, bir tüp geçit projesiyle çıkıveriyor ortaya. Preault 1860 yılında -o günkü teknolojiyle dahi- Sirkeci-Üsküdar arasına bir tüp geçidin yapılabileceğini ileri sürmekle kalmıyor; hala İstanbul Belediyesi arşivinde yer alan 'Sirkeci-Üsküdar Tüp Geçit Projesi'ni hazırlıyor. Üstelik Sultan Abdülmecid yönetiminden söz konusu projeye ruhsat da alıyor. Fakat tuhaftır ki projenin teknik çizimi dışında hiçbir bilgi kalmıyor geriye. Belki Sultan Abdülmecid'in 1861'deki ölümü belki de ekonomik ve siyasi tercihler bir kez daha engelliyor iki kıtanın artık "Osmanlı Caddesi" olarak anılan Boğaziçi'nde kucaklaşmasını.

Hiç oturup yüksekçe bir yerden baktınız mı Boğaz’a? Bakmadıysanız mutlaka bakmalısınız. Ancak o zaman anlarsınız Boğaz’a neden Osmanlı Caddesi denildiğini…

1891 yılında bir haber yayılır tüm İstanbul'a; Sultan bir köprü kurdurtacaktır iki kıta arasına. İşte bu tarihten sonra bir köprü histerisidir başlar. Teklifler, projeler, sondajlar, söylentiler...

Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Kasım 1900'de ilk ciddi köprü projesi Almanya'dan gelir: 'Hamidiye Köprüsü'. Kral II. Wilhelm, Osmanlı Caddesi'nin görkemine, ihtişamına yakışır bir köprü projesi hazırlatmıştır II. Abdülhamid için.  Köprü, Bosphorus Railroad Company tarafından  Anadolu Hisarı ve Rumeli Hisarları arasında inşa edilecek; iki kıta insanını 6 ayak üzerinde birleştirirken, yükselecek altı kubbesi ve yirmi dört minaresiyle tarihi yarımadanın eşsiz siluetini Boğaz’a taşıyacaktır. Ayrıca üzerine yerleştirilecek top bataryalarıyla Boğaz’ın savunmasında da aktif bir rol üstlenecektir. Ancak süreç hızla ilerlerken II. Abdülhamit’in kulağına çalınan söylentiler bir projenin daha arşivlerdeki yerini almasına sebep olur. Söylentilere göre II. Wilhelm’in asıl amacı Hamburg-Kalküta arasını demiryoluyla 12 güne indirmektir ve Sultan da bu durumdan şüphelenerek projeden vazgeçmiştir.

İşte bu tarihlerden itibaren teklifler projeler birbirini kovaladı. 1900’lerin hemen başında ise Boğaz gündemini bir Amerikalı mühendis doldurdu. Frederich Storm, Tünel-i Bahri projesiyle çıkagelmiş, Sarayburnu-Haydarpaşa arasına bir tüp geçit inşa etmeyi önermişti.

Aynı yıllarda, 1908’de, bu kez Fransız bir mühendis olan F. Arnodin ortaya çıktı. Sirkeci ve Haydarpaşa garlarını Sarayburnu-Üsküdar arasını bir köprü ile bağlarken, Salacak- Rumeli Hisarı-Kandilli arasında üç ayaklı olarak inşa edilecek ikinci bir köprüyle Boğaz’ın aşılması sorununa iki aşamalı bir çözüm önermekteydi. Fakat bu iki proje de dönemin çalkantılı siyasi yapısı içinde kaynayıp gitti. 1915-1918 yılları arasında Almanların Salacak’ta yaptığı sondaj çalışmaları da I. Dünya savaşının kargaşasında unutuldu.

1931 yılında Nuri Demirağ gündeme en ilgi çekici projelerden birini taşıdı. San Fransisco'daki Golden Gate köprüsünü hayata geçiren ekibe hazırlattığı devasa bir projeyle çıktı ortaya. İstediği; Ahırkapı-Doğancılar arasındaki 2560 m.lik mesafeyi sekizi karada, on altısı denizde olmak üzere toplam yirmi dört ayakla geçecek bir devasa köprü inşa etmekti. 3.5 yılda tamamlanacak bu dev proje, Mustafa Kemal’in desteğini de almasına karşın, dönemin Nafia Vekili (Bayındırlık Bakanı) Ali Çetinkaya engeline takılınca diğerleriyle aynı sonu paylaştı.

Ancak projelerin ardı arkası kesilmedi; Fransızlar, Almanlar, Japonlar, konsorsiyumlar, siyasi girişimler birbirini izledi. Arada farklı bir proje de İsviçrelilerden geldi. Onlar, iki kıtayı kavuşturma yarışına 1958 yılında ilginç bir teklifle katıldılar. İsviçrelilerin önerisi; Bebek-Kandilli arasına kurulacak 850m. uzunluğunda bir hat üzerinde, 75 kişilik kabinlerin iki kıta insanını taşıyacağı bir teleferik hattıydı.

İstanbul için bir şehir planı hazırlayan Prost aynı yıllarda yaptığı araştırmaların sonucu olarak, iki yaka arasına bir köprü inşa etmenin uzun vadede İstanbul için bir çözüm niteliği taşımayacağını, bunun yerine Boğaz’ın iki yakasının raylı sistem içeren bir tüp geçitle birleştirilmesi gerektiğini açıkladı. Ancak görünen o ki 1930’lardan itibaren tartışılan şey, iki yakanın nasıl birleştirileceğinden ziyade, inşa edilecek köprünün türü ve konumuydu. Dolayısıyla Prost’un önerisi de, 1860’lardaki Preault’un projesiyle aynı sonu paylaştı.

III. Bölüm – Mutlu(!) Son, Sonun Başlangıcı

1900 yılında başlayan köprü histerisi 1973 yılında Boğaziçi Köprüsü’nün açılışına kadar, 73 yıl boyunca sayısız projeye, girişime, tartışmaya sebep olmuş ancak 1973 yılından sonra kısa bir süre için durulmuştu. Dareos’tan 2463 yıl sonra ikinci kez Doğu-Batı ya da Asya-Avrupa birbirine bağlanmış, 29 Ekim 1973’te Osmanlı Caddesi resmen aşılmıştı.

Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

1900’lerde at arabalarının, atlı tramvayların zamanında başlayan köprü macerası, ancak 1973’te, troleybüslerin, otomobillerin, belediye otobüslerinin, minibüslerin ve kamyonların işgal ettiği bir İstanbul’da hayata geçebilmişti. O zamanlar birkaç yüz bin olan şehir nüfusu 1970’de üç milyonu aşmış, şehrin iki yakası arasında ulaşımı sağlayan şehir hatları işletmesi yetersiz kalmış, deniz trafiği eziyete dönüşmüştü. Oysa artık Boğaziçi Köprüsü ile Sarıyer-Kadıköy arasındaki mesafe 30 dakikada katedilebilecek, böylelikle ulaşım sorunu kağıt üstünde ve istatistiksel olarak çözümlenmiş olacaktı.

Ancak ne yazık ki 1988 yılında, ilkinin üzerinden yalnız on beş yıl geçmişken; aynı vaatler ve aynı umutlar, bir kaç kilometre kuzeyde inşa edilen ikinci köprüye; Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne yöneldi. 2463 yıl boyunca aşılamayan Boğaz, on beş yıl sonra ikinci kez alt edilmiş oluyordu. Ama maalesef ikinci köprü, birincisi kadar dahi nefes aldıramadı İstanbul’a. 1950’lerde başlayan göç dalgası şehrin nüfusunu bir milyondan yaklaşık onbeş milyona taşırken, Osmanlı’dan beri çarpık gelişen kent, plansız programsız büyümeye devam etti. Bir ucu Gebze’ye, diğer ucu Silivri’ye vardı, dayandı. Her gün iki yaka arasında gidip gelen insanların sayısı milyonlarla ifade edilmeye başladı. Dolayısıyla 90’lı yıllar, Boğaz’ı iki kez alt etmenin de sorunları çözmeye yetmediğini gösterdi. Köprü-tünel tartışmaları tekrar günlük yaşantımızda yerini aldı. Sorun köprü mü - tünel mi boyutunda tartışıldıkça da özünde yatan korkunç boyutlardaki ulaşım sorunu gölgede kalmaya devam etti.

Son otuz yıldır İstanbul’dan troleybüsler geldi geçti, yarı otomatik vitesli Morris Leylandlar, körüklü, iki katlı otobüslere bıraktı yerlerini. Halk otobüsleri vazgeçilmez olurken, minibüsler ulaşım kaosunda hem kabusumuz oldu, hem kurtuluşumuz. Sayıları geometrik artan taksiler on binleri aştı. Kazıklı-kazıksız, paralı-parasız yeni yollar açıldı. Suvat ve Ülev vapurları da satılınca kömürlü vapurların devri kapandı şehir hatlarında, mazotlular boy göstermeye başladı Marmara’da, Boğaz’da. Tercihli otobüs yolları icat oldu, hafif metro, hızlı tramvay, deniz otobüsleri girdi yaşamımıza. Özel otomobillerin sayısı milyonu aşarken, bu kadar aracın nasıl olup da park yeri bulabildiği ise ayrı bir araştırma konusu oldu günümüzde. Belki de en acısı; tüm bunlar yaşanırken, şehrin iki yakasında da ulaşımın önemli bir kısmını sırtlayan vefakar ve cefakar banliyö trenlerinin ne modelinde, ne hızında ne de güzergahında herhangi bir değişiklik olmadı. 1955-1960 Fransız yapımı vefalı, sevimli banliyö trenleri hala yüz binleri sırtlamaya devam etmekte.

İlk köprü iflas ettikten sonra hizmete giren ikinci köprü de ne yazık ki İstanbul'un ulaşım sorununa beklenen katkıda bulunamadı. Popülist politikalar ve bilimsel alt yapıdan uzak yaklaşımların yaşantımıza kattığı ikinci köprünün toplu taşımaya katkısı %10'larda kaldı. Bir taraftan da özel oto sayısındaki artışı kamçıladı. Beraberinde getirdiği bağlantı yolları şehrin çehresinde dönüşü olmayan tahribatlara yol açtı. TEM otoyolu güzergahında mantar gibi biten gecekondular; tükenmeye yüz tutmuş orman alanlarına, su havzalarına kadar geldi dayandı. Dolayısıyla ikinci köprü, sadece ilk on yılında şehirde dönüşü olmayan bir tahribata sebep olmasına karşın, yeni arayışları da beraberinde getirdi.

Sonuç; baş döndürücü bir tempoda akıp giden günlük yaşamın temel sıkıntısı haline gelen Boğaz’ı aşma kabusu... Köprüler, hızlı feribotlar, deniz otobüsleri, tüp geçitler… Sorun hep aynı; Boğaz’ı aşmak…

IV. Bölüm – İstanbullu Olmak

Sarayburnu’nu döndün mü bir kere, dünyanın bütün denizleri açılır önünde…

İstanbullu olmak demek denizi engel olarak değil, yaşamın bir parçası olarak görmek demektir. Ancak yaşamımızda doğru olarak konumlandırdığımızda gerçek anlamını, gerçek faydasını kavrayabileceğiz Boğaz’ın… Denize rağmen değil, denizi kullanarak çözebileceğiz sorunlarımızı. Fazlaca romantik gelebilir belki ilk bakışta. Ama ancak bu tuhaf romantik bakış açısına sahip olmayan bir zihniyet, ilmi-irfanı yok sayarak kazıklı yollarla, dolgu alanlarıyla, plansız yapılarıyla tahrip eder yaşamın kaynağını.

Megaralı Byzas bu topraklara geldiğinde (M.Ö. 658) karşı kıyıda Khalkedonlular yaşamaktaydı; Yarımburgaz'dan, Pendik'ten, Fikirtepe'den arkeologlar paleolitik dönemin izlerini topladılar. Taş devri insanının, Khalkedonlular'ın, Finikelilerin, Traklar'ın, Roma İmparatorluğu'nun, Bizans'ın, Osmanlı'nın yurdu olmuştur İstanbul. Daha da önemlisi yetmişikibuçuk millet, dilini, kültürünü, inancını almış gelmiş, İstanbullu olmuş; ve İstanbul, İstanbul olmuştur.

Efsaneler yaşamış, efsaneler yaşatmış, 29 kez kuşatılmış, tarihe damgasını vuran 3 büyük imparatorluğa başkent olmuş, yetmişikibuçuk milleti, bir o kadar dili ve kültürü içinde eritmiş, iki kıtaya yayılmış, eşi benzeri bulunmayan bir deniz kentinde; Şehr-i İstanbul’da yaşamanın sorumluluk ve bilincine varabilmemiz dileğiyle...

Hakan Tiryaki
*

    M. E.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #22 : Haziran 28, 2011, 20:47:54 »
Eline, koluna saglik... Cok hos bir calisma olmus. Bravo!
*

    H. T.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #23 : Haziran 28, 2011, 20:52:29 »
Sağolasın Merem korsanım da olay bu şehir de Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Neresine elini atsan bir hikaye...
*

    N. B.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #24 : Haziran 28, 2011, 21:13:36 »
Yine zevkle okunan bir yazı. Teşekkürler paylaşım için Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
*

    H. T.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #25 : Haziran 28, 2011, 21:21:09 »
Ben teşekkür ederim Necip korsanım Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Zevktir...
*

    E. Y.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #26 : Haziran 28, 2011, 22:31:52 »
Eline , emeğine sağlık Hakan. Kocaman teşekkürler Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
*

    S. A.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #27 : Haziran 28, 2011, 23:05:32 »
Eline sağlık Hakan korsan...
Harika bir yazı olmuş tebrikler........
*

    H. T.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #28 : Haziran 28, 2011, 23:12:13 »
Teşekkür ederim sevgili korsanlar...
*

    K. K.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #29 : Haziran 29, 2011, 10:04:33 »
Eline sağlık Hakan'ım döktürmüşsün yine.
Bunları derlemelisin bence. Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap