0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

*

    A. Y.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #30 : Haziran 29, 2011, 10:11:10 »
"Efsaneler yaşamış, efsaneler yaşatmış, 29 kez kuşatılmış, tarihe damgasını vuran 3 büyük imparatorluğa başkent olmuş, yetmişikibuçuk milleti, bir o kadar dili ve kültürü içinde eritmiş, iki kıtaya yayılmış, eşi benzeri bulunmayan bir deniz kentinde; Şehr-i İstanbul’da yaşamanın sorumluluk ve bilincine varabilmemiz dileğiyle..."

Hakan korsan çok çok teşekkürler.  Ne kadar özel bir bölgede yaşadığımızı bize bir kere daha hatırlattınız


*

    H. T.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #31 : Haziran 29, 2011, 10:15:15 »
Ben teşekkür ederim sevgili -dalıcı- korsanlar Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
« Son Düzenleme: Haziran 29, 2011, 10:15:35 Gönderen: Hakan Tiryaki »


*

    H. T.

Çocukken binebilmek gerek Medar-ı Maişet Motoru’na…
« Yanıtla #32 : Haziran 30, 2011, 21:05:32 »
Daha altı yaşında, ilkokul ikinci sınıftayken öğrendim Susurluk’taki şeker fabrikasını; Soma’da, Tunçbilek’te linyit, Küre’de bakır, Ergani’de demir çıktığını. İçanadolu bölgesinin tahıl ambarı olduğunu, Çukurova’da pamuk yetiştiğini. Çünkü sekizyüzbin kilometrekarelik bir tarım ülkesinin çocuklarıydık biz. Oysa sekizbin kilometreyi aşan ve bu “tarım ülkesinin” altı tarafını çeviren su kütlesine dair anılarımız silinmiş gibidir eğitim hayatımızdan. Belki ölene kadar unutulmamak üzere kafamıza kazınan şeker fabrikalarına, maden yataklarına karşın kulaktan dolma bir Karadeniz ve bir de hamsi biliriz denize dair, hepsi o. Peki hal böyle olunca nasıl anlayacak, koruyacak ve hatta sevecektir yurdum insanı denizi?

Denizimizin milli eğitim müfredatında ne kadar yeri vardır ya da var mıdır? Besin kaynağı olarak, endüstri kolu olarak, kültür ve tabiat varlığı olarak. Kabul etmek lazım ki şimdiki çocuklar bizden şanslı; korunmaya muhtaç bir çevre öğesi olarak da olsa yaşamlarına girmeye başladı bir ucundan. Ama dediğim gibi, ayazda kalmış kedi yavrusu misali, korunmaya muhtaç bir imge olarak. Ama gelin görün ki, niye koruyor, neden koruyor, korursa ne işine yarayacak bu deniz gibi –yanıtı muallak- sayısız soru üretmek mümkün.

Kanaatimce bir göz ucuyla da olsa tepeden aşağı doğru bakmak lazım mevcut duruma. İkibinsekiz yılının ilk ayının sonuna yaklaşırken hala deniz politikası olmayan bir zoraki deniz ülkesinde yaşıyoruz. Deniz politikası, deniz stratejisi ya da daha da önemlisi denize dair bir vizyonu olmayan iktidarlar zinciri sayesinde hala Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti için levrekle patlıcan arasında ya da denizle toprak arasında hiçbir fark yok. Patlıcanın bakanı levreğin de bakanı. Çit sürenin de, gırgır çekenin de bakanı. Oysa, Kadından ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı, Sporun Bakanı, Avrupa Birliği’nin Bakanı… her şeyin bir bakanı olduğu düşünülürse pek imkansız görünmüyor bir de Denize Bakan Bakan olması…

Denize Bakan bir Bakan olsa Tarım ve Köy İşleri Bakanlığı’nın sirküleri ile İstanbul adalarının çevresinde 6 kulaç derinlikte gırgır ya da trol yapılabilir miydi? Yakın tarihin çok önemli olaylarına tanıklık eden, kendine özgü bir sualtı ekosistemi barındıran ve hatta 2003 yılından bu yana sit alanı statüsünde yer alan Yassıada’da bir balık çiftliği kurulabilir miydi?

Bu noktada son derece çarpıcı bir örnek trajikomik deniz maceramız adına aydınlatıcı olacaktır. 2006 yılı Kasım ayında Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından bir yönetmelik yayınlandı ve 1 Ocak 2007 itibarıyla sessizce yürürlüğe girdi: Ömrünü Tamamlamış Lastiklerin Kontrolü Hakkında Yönetmelik. Yönetmelik der ki kısaca, ömrünü tamamlamış lastikler tehlikelidir; taşınması, depolanması, geri kazanımı ve bertarafı belirli koşulların yerine getirilmesi ile mümkündür. Buraya kadar son derece makul, mantıklı bir yönetmeliktir aslında. Fakat aynı yönetmelik 22. maddesinde der ki; ÖTL’ler geri kazanım lisansı aranmaksızın iskelelerde bariyer olarak kullanılabilir! İşte böyle bir çelişki Denize Bakan Bakan’ın olmadığı, denizden bihaber bir ülkede olabilir ancak. Çünkü Çevre ve Orman Bakanlığı Ankara’dadır ve oradan bakıldığında ne yazık ki deniz görünmemektedir. Oysa İstanbul’un iki yakası arasında sadece yolcu tekneleri bile yaklaşık ikibin adet ÖTL ile yolculuk etmektedir. İskelelerde kamyon ve iş makinesi lastikleri kullanılmakta ve bunlar yıpranarak bir süre sonra denizin dibini boylamaktadır. Hatta STH Harem Projesi (Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap) kapsamında sadece Harem’den çıkartılan lastik sayısı 150’yi aşmıştır. Ve 50’nin üzerinde ÖTL suyun altında yaklaşık 450 yıl sürecek çözünme sürecinin henüz başlarındadır. Ne Denizcilik Müsteşarlığı İstanbul Bölge Müdürlüğü ne de Liman Başkanlığı ne yazık ki yılda kaç adet lastiğin bariyer olarak kullanıldığını, hangi periyotlarla değiştirildiklerini, nerede bertaraf edildiklerini bilememektedir. Çünkü denizin üstüyle sorunlarını çözememiş bir toplumun ve siyasi iradenin bir de denizin altına ilgi duymasını beklemek ne yazık ki Godot’yu beklemek gibi bir şeydir.

Peki çözüm önermedikten sonra sorunları dile getirmek biraz kaçak dövüşmek değil midir? O halde örnekten hareketle tekrar başa doğru dönelim. Birkaç ay önce demiştim ki “bize deniz ozanı gerek!”. Yaşar Kemaller, Sait Faikler, Cevat Şakirler gerek. Daha çocukken tanışmak gerek Topal Hasan’la, Ateşoğlu’yla. Çocukken binebilmek gerek Medar-ı Maişet Motoru’na; hayallerimize zincir vurulmadan daha.

Birkaç bin yıl gerilere dönüp, Girit’e doğru bakalım bir de. Küçücük bir adada serpilen uygarlığın, bir deniz uygarlığının duvar figürleri o kadar çok şey anlatır ki anlamak isteyene. Milattan önce ikinci binde Minos uygarlığını zirveye taşıyan Giritliler, aynı dönem Helen yarımadasının ya da Anadolu’nun aksine şehirlerini surlarla çevirmediler. Duvarlarında acı savaş tabloları, mitoslarında kan döken, sürüler çalan kahramanlar yoktu. Bunların yerine mutlu ahtapotlar, çeşit çeşit balıklar, rakseden ilahlar süslüyordu yaşam alanlarını. Sanılmasın ki kıyıda köşede unutulmuş bir ada halkıdır sözü edilen. Aksine çevresinde yaşanan tüm gürültü patırtının ortasında, bütün Akdeniz’le ilişki halindeydi bir yandan da…

Kanaatimce denizdir, denizle iç içe yaşamdır bu halkı “uzaydan gelmişçesine” farklı kılan. Tıpkı daha geçtiğimiz yüzyılda yaşayan Cevat Şakir’in deniz gurbetçileri ya da barbuncu Topal Hasan gibi. Boşuna dememişler “deniz insanı yumuşak huylu olur” diye.

Şeker fabrikaları, madenler, petrol rafinerileri ile büyütülmüş bir kuşak olabiliyorsa neden denizle, balıkla, sualtı yaşamının büyüsüyle büyüyen bir kuşak olmasın? Ya da en azından bunlardan haberdar bir kuşak. Müfredatın bir parçası olamaz mı deniz; yosunuyla, balığıyla, vapuruyla… Birer küçük deniz kitaplığı, tüm okullarını güncel teknoloji ile donatmayı hedefleyen bir milli eğitim teşkilatına ne derece kaldırılamaz bir yük getirebilir?

Artık şeker fabrikalarının, madenlerin yanında deniz, deniz canlıları, deniz kültürü de olmalı milli eğitim müfredatında. Uzun yıllardır bir klişe olmaktan öte geçemeyen deniz veya denizcilik bakanlığı artık hayata geçebilmeli. Artık altı tarafı denizlerle çevrili bu topraklarda Denize Bakan bir Bakan da olmalı.

Uzun lafın kısası, balığıyla, yosunuyla, vapuruyla keşfedilmeyi değil hatırlanmayı bekliyor deniz. Anadolu’ya iklimini, sonsuz besin kaynaklarını, tarih boyunca uygarlıkların beşiği olma ayrıcalığını veren deniz hatırlanmayı bekliyor. Yeniden günlük yaşamdaki yerini alabilmeyi, engel değil araç olmayı, manzaranın getirdiği rantın ötesinde gerçek değerinin anlaşılmasını bekliyor. Yurdum insanı tüm bunları hatırladığında kazanan; ayazda kalmış kedi yavrusu gibi korumaya çalıştığı deniz değil kendisi, kendi geleceği olacak.

Hakan Tiryaki

Vira Dergisi, 2008


*

    C. G.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #33 : Haziran 30, 2011, 22:38:13 »
" Birkaç bin yıl gerilere dönüp, Girit’e doğru bakalım bir de. Küçücük bir adada serpilen uygarlığın, bir deniz uygarlığının duvar figürleri o kadar çok şey anlatır ki anlamak isteyene. Milattan önce ikinci binde Minos uygarlığını zirveye taşıyan Giritliler, aynı dönem Helen yarımadasının ya da Anadolu’nun aksine şehirlerini surlarla çevirmediler. Duvarlarında acı savaş tabloları, mitoslarında kan döken, sürüler çalan kahramanlar yoktu. Bunların yerine mutlu ahtapotlar, çeşit çeşit balıklar, rakseden ilahlar süslüyordu yaşam alanlarını. Sanılmasın ki kıyıda köşede unutulmuş bir ada halkıdır sözü edilen. Aksine çevresinde yaşanan tüm gürültü patırtının ortasında, bütün Akdeniz’le ilişki halindeydi bir yandan da…

Kanaatimce denizdir, denizle iç içe yaşamdır bu halkı “uzaydan gelmişçesine” farklı kılan. Tıpkı daha geçtiğimiz yüzyılda yaşayan Cevat Şakir’in deniz gurbetçileri ya da barbuncu Topal Hasan gibi. Boşuna dememişler “deniz insanı yumuşak huylu olur” diye."


Zurnanın zırt dediği yer tam da burasıdır işte Tiryaki Kardeşim. Denizle iç içe yaşayan halklar UYGAR olur. Nedeni çok basittir: Limanlar hem emtia hem sermaye hem de kültür alışverisi yapılan yerlerdir.Uygarlıklar birbiri içine burada halli hamur olurlar.


*

    H. T.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #34 : Haziran 30, 2011, 22:54:22 »
Müller'den ya da Amicis'ten veya Gyllus'tan okuyacağınız İstanbul benzer bir hamurla yoğrulmuştur aslında.

Bugünün İstanbul'unda ise kaç adası olduğunu bilmiyor kentin yeni sahipleri. Attika-Delos Birliği hakkında bilgi sahibi olması beklenemez belki herkesin. Peki ama nasıl oluyor da bu kadar kolay ikna olabiliyor kentin yeni halkı Kız Kulesi'nin diğerleri gibi bir izolasyon yapısı olduğuna?

Müller'in İstanbul'unun en önemli iki limanı, Neorion ve Prosphorion bugünün Sirkeci Garı'nın dolgusu altındayken, sadece yüzyıl sonra nasıl olup da hayretle bakabiliyor kara sandığı yerde bulunan gemi buluntularına?

Ya da Gyllus'un İstanbul'u daha antik dönemlerde balıklarıyla anılırken; balıkları üzerine kitaplar yazılırken bugün nasıl olup da Marmara'ya burun kıvırabiliyor şehr-i İstanbullular?

Sorular sonsuz gibi ama yanıt genelde dönüp dolaşıp aynı yere geliyor; küstah cehalet. Algısı ilgisine odaklı, gerisini görmezden gelen...

*

    Y. Ö.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #35 : Temmuz 01, 2011, 01:34:13 »
Hakan kardeşim,dostum ne iyi ettin de katıldın aramıza..Ama biraz nefes aldır, öyle bir çırpıda okunur yazılar değil seninkiler..Ya da biraz daha artı zaman gönder bize..Eline,fikrine sağlık,harika başlık...
« Son Düzenleme: Temmuz 01, 2011, 01:34:43 Gönderen: Yaşar Özen »
*

    H. T.

Ada...
« Yanıtla #36 : Temmuz 04, 2011, 23:18:41 »
Ada denince aklınıza ne gelir? Ne çağrıştırır size? Bir vapur kadar uzak mıdır, yoksa yakın mı akıp giden yaşama? Hiç düşündünüz mü, cezbeden ya da tedirgin eden nedir dört tarafı denizle çevrili kara parçasında sizi? Veya bilir misiniz kaç adası vardır Şehr-i İstanbul’un? Neandros diye bir adası olduğunu bilir misiniz? Ya da haberiniz var mıdır Yassıada’da ne olup bittiğinden? Ya deniz insanısınızdır ya da topraksoylu; vereceğiniz yanıt mutlaka ikisinden birine götürür sizi.

Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Deniz insanı nehir misalidir; ne yapar eder ulaşır denizine. Veya en azından dilediği anda ulaşabileceği bir mesafededir denize. Belki de bu yüzden farklıdır deniz insanın ada imgelemi. Her an denizle iç içe olabileceği; gün batımında verandada oturup kahvesini yudumlarken varoluşa şükredeceği bir düştür ada. Dostlukları, kırgınlıkları, aşkları, dedikodularıyla kalabalık bir ailenin bir parçası olmaktır adada yaşamak. Son vapur ya da tekne iskeleyi terk ettiğinde ada, kapıları dünyaya kapanan bir kaledir artık. Huzur kavramının dokunabileceğiniz denli somutlaştığı bir sığınak… Tabi eğer nehir misali bir deniz insanıysanız.

Oysa kadim bir çınar ağacı gibi kök salan topraksoylular için tekinsiz bir toprak parçasıdır ada. Dar gelir, tedirgin eder her daim. Hele bir de küçükse, bir tekne gibi batacakmışçasına korkutur.Anakaradan bakınca engel gibi görünür kırçıl deniz. Oysa adadan bakınca adayı yaşama bağlar. Gün olur günlerce lodos keser yolunu, gün gelir sisten göz gözü görmez. Anakaradakilerin aksine adalılar bilir ki, anakara sisin arkasında bir yerdedir; bugün olmazsa yarın.

Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Dünyanın her denizinde benzer yaşamlar sürer adalılar. Yaşamın kaynağı deniz, yaşamın sınırlarında deniz… Denizin getirdikleriyle, verdikleriyle şekillenir ya da anakaradakinden farklı kılınır yaşam. İster bir küçücük Ege adası olsun, ister Karayiplerde okyanusla çevrilmiş bir ada, o denli benzerdir ki yaşam; ne derece huzurluysa o denli de hüzünlüdür bir bakıma. Her günün sonunda geri dönerken emanet yabancılar, yarım kalmış bir şeyler bırakır artlarında adeta. Ya da popüler bir adaysa söz konusu olan, emanet yabancıların sayıları arttıkça huzuru kaçar adanın. Genelde bir tek sonradan gelen ticaret erbabı memnundur kalabalıktan. Çünkü adaların yerlileri, dışarıdan gelecek emanet yabancılara değil, adalarının verdiklerine göre şekillendirirler yaşamlarını.

Tüm açgözlülüğüne karşın insanoğlunun hala en az zarar verebildiği sığınaklardır adalar. İnsanoğlunun egosu büyük, hırsı sınırsızken ada küçük ve sınırlıdır. Belki bu sayede kısmen de olsa korunur ada ve ada yaşamı. Oysa biraz büyük ve rantabl ise ada Kıbrıs en güzel örneğidir başına gelebileceklerin…

Şöyle bir uzanabilirseniz Arşipel’e, kredi kartına endeksli ödünç yaşamlardan ziyade, denizin ve adanın verdikleriyle ya da insanoğlunun denizden ve adadan alabildikleriyle şekillenmiş, sakin bir yaşam tokat gibi çarpar bir çok insanın yüzüne.

Ne çok ada var aslında anlatılası. Çocukluğumuzdan beri, gitmesek de, görmesek de bizim olan veya yaşamımızın bir döneminde bir çeşit ritüele dönüşmüş Büyükada gezileri, Burgaz, askerlik günlerimin masal adası Uzunada… Ama bambaşka bir ada var paylaşmak istediğim; ibret-i alem için…

Yassıada
Öyle bir toprak parçası düşleyin ki –eğer hala görmediyseniz- Şehr-i İstanbul’a 7-8 mil mesafede olsun. Yani ortalama bir tekne ile hepi topu 45-50 dakika mesafede olsun. Kendine özgü bir faunası, kendi tavşanları, kendi geçmişi olsun. Hala size bir şey ifade etmedi mi? O zaman bir de bu ülkenin, hem de yakın tarihinin dönüm noktalarından birine tanıklık etmiş olsun…

Dedik ya, nehir misali bir deniz insanıysanız eğer bildik şeylerdir anlatılanlar. Bir başbakanın ipe götüren yolculuğu boyunca ağırlayan Yassıada. Ya da vakti zamanında bir İngiliz’in mülkü olan Yassıada. Bir dönem sokak köpeklerinin terk edildiği Yassıada.

Dünyanın en özel denizlerinden birinin, Marmara’nın ortasında bir su ürünleri fakültesine kısa bir dönem ev sahipliği yapmış Yassıada. Son birkaç yıldır Rus turistleri teknelere doldurup alem yapmak üzere akın akın gelen bir tuhaf kültürü zoraki ağırlayan Yassıada. Hatta, Ambarlı’ya alternatif yakıt deposu olarak bile adı geçen Yassıada.

Mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’na ait, üzerine çıkılması yasak ada. 2001 yılından bu yana Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulunca sit alanı ilan edilmiş Yassıada. Yapılaşmanın yasak olduğu, varolan yapıların yıkılmaya yüz tuttuğu ya da –tuhaf bir zevk ya da Vandalizm adına- kiremitlerinin atılarak arkasından sırıtılarak bakıldığı Kültür ve Tabiat Varlığı ada. Spor salonunun parkeleriyle sucuk ekmek yenen ada.

Özellikle göçmen deniz canlılarının Marmara’ya renk kattığı sualtı faunasıyla belki de Saros’a hatta tüm Akdeniz’e taş çıkartacak denli yaşam barındıran Yassıada. Yumuşak mercanları, dal mercanları, çeşit çeşit anemonları, eşkinaları, rastgele ve arsızca tüketilen istakozları, gelincikleri ile bir doğal sualtı parkı adeta. Moda olduğu üzere –sözüm ona yapay resif olsun diye- tekne batıran zihniyete inat papaz balıklarına bile ev sahipliği yapan Yassıada.

İskelesinin altında yatakları, kalorifer radyatörleri, sayısız gibi görünen lastikleri ve belki de en trajikomik olanı en az akıntı alan bölgesinde sessiz sedasız kurulan balık çiftliği ile Yassıada.

Şimdi Yassıada’dan doğru bir kez daha bakalım ada imgelemimize. Mülkiyeti Milli Savunma Bakanlığı’ndayken, sit alanı ilan edilmişken, liman sahası içinde yer alırken ve daha da önemlisi alışılagelmiş Marmara söylemine taş çıkartırcasına bir doğal sualtı parkı gibi gelişirken bir balık çiftliği ile taçlandırılan Yassıada.

Nerede nehir misali deniz insanları? Çapulcuların Rus turist rezilliğine karşı ne yapacağımızı düşünürken daha, sualtı canlılarının sismik hareketlere ne dediklerini araştırarak depreme karşı bizi koruyacak bir projenin kılıfından çıkartılıp, konduruluveren balık çiftliği.

Tavsiyem, bir gününüzü ayırın, gidin yerinde görün yasak adayı. Ne de olsa adı yasak, ama her şey serbest. Çünkü unutulmuş, terkedilmiş ve daha da önemlisi rantı paylaştırılamamış bir ada. Binalarını gezin, tavşanlarını kovalayın. Bir Marmara’nın ufkuna doğru bakın, dönün bir de üzerinde gri pus tabakasıyla anakaraya, Şehr-i İstanbul’a bakın. Hatta bir yaz günü, hafta sonuna denk getirin yolculuğunuzu, geleneksel Türk misafirperverliğinin Demirperde uyarlamasını izleyin ibretle. Ve bir kez daha düşünün, hangisisiniz?

Eğer ki nehir misali deniz insanları olaydık, bir su sporları merkezi olamaz mıydı Yassıada? Ya da gerçek bir huzurevi? Nasıl olur da Marmara’nın ortasındaki bir ada yerine Beyazıt’ı tercih eder bir su ürünleri fakültesi.

Kadim Düşman Deniz
Çok köklü sorunlarımız var denizle. Hatta neredeyse kadim düşmanımız gibi. Elimizden gelse, doldurup, oteller, alışveriş merkezleri, otoyollarla donatacağız, kökten yok edeceğiz kadim düşmanımızı. Elimizden gelse adaları bağlayıp anakaraya, topraksoylu dürtülerimizle iskan edeceğiz yeni baştan.

Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, 2008
*

    A. Z.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #37 : Temmuz 16, 2011, 02:14:28 »
Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
Kadim Düşman Deniz
Çok köklü sorunlarımız var denizle. Hatta neredeyse kadim düşmanımız gibi. Elimizden gelse, doldurup, oteller, alışveriş merkezleri, otoyollarla donatacağız, kökten yok edeceğiz kadim düşmanımızı. Elimizden gelse adaları bağlayıp anakaraya, topraksoylu dürtülerimizle iskan edeceğiz yeni baştan.
Hakan Tiryaki
Vira Dergisi, 2008

Kalemine sağlık dostum.

Bir bütününden çok büyük zevk almakla beraber..! Sevgili kadim dost denizimi..! Elin düşmanı yapmaz şekliyle mahvedenleri'de kadim dost mahveder inşallah.
Kadim dost deniz, Ben senden büyüğüm diyenleri hiç affetmedi.
*

    H. T.

Bizde maviden çok yeşilin hükmü var
« Yanıtla #38 : Ağustos 18, 2011, 15:49:34 »
[Sevgili kardeşimden bir yazı, yine deniz kültürü üzerine...]

Bizde maviden çok yeşilin hükmü var; çoğu pınarbaşlarını kıyılara yeğ tutuyor. İşin soyunup dökünmek kısmının bir miktar sorun oluşturduğunu sezebiliyorum. Yine de bu durum,  Anadolu Yarımadası yurttaşlarının denizden yana bu denli kayıtsız oluşunu anlaşılabilir kılmıyor. Etnografik derlemelere şöyle bir göz ucuyla dahi bakarsanız, denizin Anadolu zihninde henüz üç boyutlu bir görünüm kazanmadığını görürsünüz. Aslında, dilimiz zihnimizin aynası olarak bu hamlığı “derya kuzusu/balık” ya da “kuzu/ iri balık” deyişleriyle açığa vuruyor. Sonra, edebiyatımız da günlük yaşamımız kadar uzak denizden. S.Faik ve C. Şakir bir yana balık adlarını, onların prenseslere layık giyitlerini, bakışlarından süzülen hüznü konu edinen kimsecikler yok. Onlar gittiğinden beri bu deniz halkları pek ıssız. Yalnız edebiyatçılarımız değil ressamlarımız, heykeltraşlarımız ve hatta seramik sanatçılarımızda denizden kıyı bucak kaçarcasına uzak duruyorlar. Oysa Anadolu Akdeniz’inden, Ege, Maramara ve Karadeniz’e değin yurdun her damla tuzlu suyunu, onun beslediği planktonlara kadar merak etmek, öğrenmek ve edindiğimiz bilgi ve hissettiklerimizle başlı başına bir “kültür” üretmemiz gerekirdi bugüne değin.

Bu gereklilikten dem vurmanın fevkalade “bohemce” bir tavır olduğu; yurttaşların fukaralıktan başlarını kaldırıp da şöyle sağa sola bakınmaya fırsatlarının olmadığı yolunda uzun ve etkileyici bir karşılık verilebilir elbet. Bu yanıtın, pek çok noktada hakkaniyet sınırları içerisinde olduğunu görmemek ise budalalık olacaktır. Ama denizi tanımak, ay vakti ardaların peşi sıra hayaller kurmak velhasıl ondan sadece görsel bir tat almak anlamına gelmiyor. Deniz bizi besliyor, hayatta kalmamız için gerekli olan ihtiyaçlarımızı karşılamamız için bize yiyecek sunuyor. Nasıl meyve veren ağacı taşlamak “günah” biliniyor, “harman yakmak” şeytanın dahi cesaret edemeyeceği bir zorbalık sayılıyorsa, denize ve deniz halkına yönelen her türlü çiğlik de böylesi bir hassasiyetle karşılanmalı; belleklerimizde kendiliğinden bir karşı çıkış oluşmalı. Zira bu hassasiyet, “Yarımada” halkı olmamızın bize yüklediği bir vecibedir.

Aslında Anadolu halkları sanıldığının aksine pek kadim çağlardan bu yana, denizcilikle ilgilene gelmişlerdir. Arkeolojik dökümanlar Neolitik Çağ Çatalhöyük merkezli “obsidyenlerin” Kıbrıs Adasına değin uzanan geniş bir coğrafyaya ihraç edildiğini göstermektedir. Güneybatı Anadolu’nun Erken Tunç Çağı (M.Ö. 3000-2500) merkezi Semahöyük’de ele geçirilen çömlekler (pithoi) üzerindeki grafitilerin tıpkıları Girit Adasındaki ünlü Pharos Diski’yle uyuşur. Orta Anadolu’da merkezi bir yönetim inşa ederek Babil’e değin uzanan Hititler, yönetimden uzaklaştırmak istedikleri hanedan üyelerine Kıbrıs’a sürmekteydiler. Öyle ki, çivi yazılı tabletler de Hitit siyasal otoritesinin  M.Ö.14. yy’da Güneydoğu Akdeniz deniz ticaretini bloke ettiklerini ve Mykenli denizcilere ambargo uyguladıkları okunmuştur. Geç Tunç Çağı ile birlikte etkin bir siyasal kimlik kazandıklarına tanıklık ettiğimiz Luwi halkı Lukka’lar (klasik Çağ Likyalıları- bugün batı Antalya) Mısır Firavunlarına sürekli bir tehdit unsuru olmuş, Kıbrıs adasına değin Akdeniz de önemli bir deniz gücünü teşkil etmiştir.

Antik dünyanın bilinen ilk kargosu Lukka kıyılarında batmış, ve arkeologlar onu tam 3100 yıl sonra Antalya / Uluburun’da tespit etmişlerdir. Bir diğeri ise yine Antalya / Beş Adalarda bulunmuştur. Burada, Klasik çağlardan Hellenstik, Roma ve Bizans devri Anadolusuna değin örnekler sayıca arttırılabilir. Yine de İstanbul Boğazı’nda “şirket-i Hayriye vapurları” hizmete girmeden aşağı yukarı 2000 yıl evvel Antalya’da kamuya ait deniz taşımacılığının yapıldığına işaret eden epigrafik verilerin bulunduğu not edilmelidir. Öyle ki, Limyra (Turunçova) ve Myra (Derme) arasındaki korsan taşımacılığı engellemek adına bir takım yasal girişimler olduğuna dair verilere sahibiz . Aslında burada 1950’li yıllara değin Antalya sınırları boyunca ulaşımın sadece deniz yoluyla mümkün olduğunu bir daha hatırlamak yerinde olur.

Erken dönem örneklemelerinin yanında, Anadolu Selçuklularının denizcilikte fevkalade ileri bulundukları, Alanya ve Antalya’yı domine ederek batı Akdeniz deniz ticaret ağındaki etkinliklerini sürekli geliştirmek yolunu seçtiklerini not etmekte yarar vardır. Bugün, Antalya’nın 13.yy’da imar edilmiş bulunan üç üniversitesinde denizcilikle ilgili temel eğitimin bulunmadığını söyleyebilmek güç bir çaba olacaktır. Nitekim, Bizans donanmalarını idare eden Selçuklu kökenli reislerin azımsanamayacak yoğunlukta oluşuyla bu olgu güncellik kazanır.

Kuşkusuz denizcilik ve deniz kültürü birbirinden farklı kavramlar. Bu yönden Batı yanı dışında Anadolu’da hakim bir deniz kültürü bulunduğunun ileri sürülmesi hali hazırdaki görünümle tezat oluşturur. Zira bir kültür unsuru olarak “deniz”, salt onun politik ya da militarist bir takım etkinlikler bağlamında değerlendirilmesi anlamına gelmez. Bu yolda aşağıya not edilen iki tarihsel örnek burada yalınlaştırılmaya çalışılan temel vurgunun kavranması için önemlidir.

M.Ö. 15-14.yy’da Orta Anadolu’da Hitit Ülkesi savaşçıları, kuşanmış bulundukları görkemli zırh ve yazılı tunç silahlarıyla Mezopotamya düzlüklerine salınmaktayken, Akdeniz’de Girit Adası halkı, evlerini mavi, yeşil ve sarının tonlarıyla boyuyor; çanaklarının üzerine deniz halklarından pek haşır neşir bulundukları balıkların tasvirleriyle süslüyorlardı. Gerçekten de yüzyılı aşkın bir süredir, Minos Uygarlığı üzerine yapılan araştırmalar insanlığın bir vakitler türküler okuyup, ele ele danslar etmiş bulunduklarını ve savaşmaksızın yaşamanın bir yolunun bulunabileceği gibi mitosvari bir dünya açığa çıkarmıştır. Üstelik Minos Uygarlığı (M.Ö. 1700-1350), sanıldığının aksine Akdeniz’in unutulmuş bir köşesinde, antik dünyanın tüm çatışmalarının uzağında konumlanmıyor; bilakis başta Hitit ve Mısır siyasal merkezleri olmak üzere Doğu Akdeniz’in içlerine Mari’ye değin hem iktisadi hem de politik ilişkiler ağında yer alıyordu. Öyle ki, Minos Thalassokratisinin hemen hemen tüm Ege limanlarının Girit ticari kolonisi durumunda getirdiğine dair kuvvetli arkeolojik verile söz konusudur.

Buna karşın bugüne değin Girit kazıları, Myken istilasından önce kentlerin surlarla çevrelenerek korunmasına yönelik hiçbir tertibatın bulunmadığını ortaya koymuştur. Savunma sistemleri Girit’e istilacı Mykenlerin yöreyi ele geçirmesinden sonra girmiştir. Bununla birlikte, kazılarla açığa çıkarılan duvar resimleri ve seramik buluntuları Mezopotamya’daki çağdaş acıklı dünyayla karşılaştırıldığında, bizde onların bu dünyanın değil de uzak dünyalardan gelmiş hatta belki “uzaylı” olmaları dahi mümkünmüş hissiyatı uyandırır. Oynaşan insanlar, dansçı ilahlar, gülen insan yüzleri, deniz yosunları, balıklar, mutlu ahtapotlar daha neler neler…

Peki ama bütün dünya ağlamaklı ve insan ölüleri göğermiş başak taneleri gibi sapır sapır dökülmekteyken Minos Halkı niçin bu dünyayı bu kadar sevmiş; kentlerini bırakın surlarla çevirmeyi neredeyse tek bir savaş sahnesini içeren resim (varolan savaş ve kıyım resimleri Mykenlerin yöreyi istilasının ardından, Myken beylerinin emrine giren Minoslu sanatkarlar tarafından yapılmıştır ve sanatçıların pek de aşikar olmadıkları bu sahneleri şaşırtıcı bir beceriksizlikle resmettikleri kabul edilir)  bile yapmamışlardı?

J. Diamond (Tüfek, Mikrop ve Çelik (2004) 53-70) Maoriler ve Morioriler konu edinen ender karşılaşılabilecek bir “tarih deneyi” sunuyor ve içeriğiyle amatör ya da profesyönel her türlü ilgiyi hakkediyor. Buna göre tartışmaya konu olan Maoriler, M.S. 1000 yılında Yeni Zelanda’ya yerleşen Polinezya Halkıdır. İzleyen süreçte Maorilerin bir kısmı, güneye  Chatham Adasına göç ederek burada Morioriler olarak anılırlar. Yeni Zelanda’nın 500 mil açığındaki Chatham Adasında yaşayan Moriorilere 1895 yılında Maoriler tarafından bir katliam gerçekleştirilir. Morioriler, sayıca Maorilerden çok daha üstün olmalarına karşın bir meclis toplayıp sorunu “barış” yolunu seçmek kararına hükmetmiş ve istilaya bir yanıt vermemişlerdir. Sonuç olarak, Maoriler görenekleri gereği onları öldürdüklerini (bir kısmını da yemişlerdir) Morioriler ise nedensiz yere boğazlandıklarını anlatmışlardır.

Vakanın atar damarı, aynı atadan gelme öz be öz kardeş olan bu iki halkın nasıl olup da böylesi başkalaşmış olduğunda kilitlenmektedir. Sorunun çözümü toplumbilim’den arkeoloji’ye, insanbilimlerinin her alanını kapsıyor ve bu haliyle disiplinlerarası bir çalışmayı zorunlu kılıyor, bu son derece açık. Yine de Diamond’un yanıtı önemli, Morioriler yerleştikleri adada bütünüyle deniz ve deniz ürünleri üzerine inşa edilmiş bir kültür oluşturmuşlardı; Maoriler ise Kuzeyde çiftçilik ve tarım ürünlerinin belirlediği artı ürünün paylaşımına dayanan karışık bir örgütlenme yapısına sahiptiler. Daha yalın bir dille söylemek gerekirse; Maoriler yaşamak için tüketmek ve Morioriler ise üleşmek zorundadırlar.
 
Bu durum bende, Minos halkı için de başkaca bir açıklama olmasa gerekir fikrini uyandırıyor. Deniz insana üleşmeyi öğretiyor ve üleşimin biçimlendirdiği bir kültür ne olursa olsun birlikte varolmak ve yaşamak sevgisini aşılıyor.

Buraya kadar meraklılarına her türlü yazım kaygısından uzak kalınarak Anadolu tarihinden denizcilik üzerine bir takım notlarla kısa bir özet sunulmuştur. Minos ve Yeni Zelanda örnekleriyle ise denizin toplumları ne yönde değiştirdikleri konusunda alıntılara yer verilmiştir. Kuşkusuz her yazının etkileyici bir son tümceye ihtiyacı vardır. Bu da benden yana STH’ne iyi niyetlerimi sunmak olacaktır. Dilerim, sualtını temizleyerek yurttaşlara “ibret” unsurları oluşturmanın yanında; deniz halklarıyla topraksoylular arasında onyüzbin milyon yıl sürecek bir müttefikliğe de hizmet edersiniz.

S. Gökhan Tiryaki
*

    M. B. A.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #39 : Ağustos 18, 2011, 16:09:57 »
Kaleminize sağlık Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Katılmadığım tek nokta Türkiye'nin bir yarımada olduğudur. Kıyılarında genellikle sıradağlar olan bu denli büyük bir ülkenin halkının çoğunluğu ayağını denize bile sokmamıştır. Ayrıca bu bakış açısıyla Avustralya da bir ada olmalı Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Mikro ölçekte, köyden şehire göçen insanların şehir yaşantısına nasıl direndiklerini, kendi "kültür"lerini herşeye rağmen nasıl korumaya çalıştıklarını izliyoruz sürekli olarak.

Ölçeği büyütürsek, bozkırdan göçen bir halkın deniz kültürüne karşı direnişini de anlayabiliriz sanırım.

Denize kıyısı olmayan bir şehrimizde doğup büyüyen bir arkadaşımla aynı yazlık beldede yıllarca komşuluk yaptık. İlk birkaç yıl ayağını bile sokmadı denize! Sonra sonra alıştırdım, beni bile geçti yüzmede, zıpkında...
*

    C. G.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #40 : Ağustos 18, 2011, 16:18:42 »
Anadolu'ya göçen türk boylarının denizle ilişkileri ve gelişimi konusunda
Bizans-Osmanlı Sentezi Bizans Kültür ve Kurumlarının Osmanlı Üzerindeki Etkisi
İsmail Tokalak
okumanızı öneririm.

*

    H. T.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #41 : Ağustos 18, 2011, 16:23:13 »
Mahir korsanım, öncelikle kardeşim adına teşekkür eder, kendi adıma da savunmamı vermek isterim Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

İtirazınıza daha küçük ölçekli iki yarımadanın bugünü ile yanıt vermek yerinde olur sanırım; İstanbul ve İzmir.

Coğrafi boyutlar her iki şehirde de engel değil denize ulaşmaya. Ancak denize ulaştığında dahi yapacakları, ya da sağlayacakları fayda hakkında pek fazla fikri olmayan bir "topraksoylu" halk söz konusu ki sanırım bu noktada hem fikiriz. Dolayısıyla, kendi adıma, tüm yazılarımın hareket noktası bu realiteyi tekrar tekrar dile getirmek, eleştirmek ya da ayıplamak değil, topraksoylu bir halkı denizle buluşturmak, tanıştırmak ve yaşamında konumlandırmak adına çözüm üretebilmek.

Avustralya kesinlikle bir ada Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap Üniversite yıllarımda eğitim için gitmeyi planlamıştım ve hala unutamadığım 1987 yılında sadece su ve suyun kullanımı üzerine 50'yi aşkın farklı akademik bölüm olduğuydu. Eskimolar için "kar" ne ise Avustralya için de deniz ve su o olsa gerek Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap (Bir yarı eskimo arkadaşımdan kendi dillerinde "kar" için neredeyse 50 kadar sözcükleri olduğunu öğrenmiştim. Toprak, iklim ve kültür ilişkisine çarpıcı bir örnek olsa gerek. Aynı palamutu "derya kuzusu" diye satmak gibi Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap)
« Son Düzenleme: Ağustos 18, 2011, 16:23:25 Gönderen: Hakan Tiryaki »
*

    C. G.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #42 : Ağustos 18, 2011, 16:45:49 »
Forumda da var .... Ama yeri gelmişken bir kere daha dikkatlere sunuyorum.
Bu yazı benim bütün hayatımı etkilemiş hep düsturum olmuştur.




Yıl 1981 - Çetin Altan kaleminden....

Biz bin yıl içinde bozkır kökenli bir köylü toplumu olma koşullanmasını kırabilseydik de, toplumsal bir değişimle, üstünde yaşadığımız yarımadanın olanaklarını yeterince kullanabilseydik, bugünkü düzeyimizle durumumuz ne olacaktı, biliyor musunuz?

En azından yüzmesini, kürek çekmesini, yelkenli ve deniz motoru kullanmasını bilmeyen gencimiz kalmayacaktı.

Yılda adam başına düşen iki kiloluk balık tüketimi, en azından otuz kilo olacaktı…

Kıyılarımız, uzunlukları on kilometreyi aşan iki düzine limanla donanacaktı.

Ve deniz ticaret filosu sıralamasında, bir karışlık kıyısı olan Polonya’nın da gerisine düşerek otuz beşinci değil, onuncu olacaktık…

Anadolu’yla, Trakya’nın, Karadeniz, Marmara, Ege ve Akdeniz kıyıları, gemici yaşamlarının öyküleri, aşkları ve şarkılarıyla, yosun ve köpük kokulu rüzgarların şenliğini estirecekti.

Edebiyatımızda binlerce deniz şiiriyle romanı, Frikya, Lidya, Roma uygarlıklarından beslenmiş bir anlatımı, çağın evrenselliğiyle bütünleştirecekti.

Her köşe bucakta okyanuslara ilk açılmış, kutuplara ilk gitmiş gemilerle gemicilerin anıtları yükselecekti…

Yaşamın her parçasında sade kerpiç renginin değil, mavilerin de ağırlığı görünecekti…

Ve Osmanlı imparatorlarından en az yarısı ünlü amiraller arasında yer alacaktı…

Ne yazık ki hiçbiri Sultan Aziz’e kadar bir gemiye bile binmedi..

Onaltıncı yüzyılın yürekli korsanları, bozkır kökenli değil, kıyı kökenliydiler ve değişik bir yorumla Kartaca’nın görünmez mirasından oldukça pay almışlardı.

Ama, bozkır koşullanması üstünde yeterli bir etki yapamadılar. Onların ad ve anılarını yaşatan bir köy bile yoktur bizim yarımadada…

Kaptan-ı derya’lık payesi ise İstanbul’da başlayıp, İstanbul’da biten bir paye idi. Bin yıldır bir yarımadanın kıyılarında yaşayanlar yüzyıllar boyu bir kaptan-ı deryanın limana nasıl girdiğini bile hemen hiç göremediler.

Kerpiç, tezek, kağnı, karasaban, at, kılıç, kalkana harcadığımız kuşakların bir bölümünü de denizlerle bütünleştirebilseydik;

Bugün Türkiye dünyanın her köşe bucağını kendi evi gibi bilen, argosundan günlük eşyasına, türkülerinden yemeklerine kadar, yaşamının her kromozomunda, yüzlerce yıllık denizciliğin izlerini taşıyan çok kıvrak ve çok hızlı bir toplum olacaktı…

Kıyılara bakan tepelerde, denizlerde kaybolup gitmiş, gemicilerin bir anı – taş’dan ibaret boş mezarlarında, içli şiir dizeleri okunacaktı.

Bugün Türkiye’de denizlerden dönmemişler için dikilmiş bir tek anı – taş bile yoktur. Bin yıldır bir yarımadada oturan bir toplum için dikkati çekecek bir gariplik değil midir bu?

Nasıl ki kıçtan takma bücür motorlu, iki metrelik bir sandalın bile hala daha ultralüks sayılması da ayrı bir garipliktir.

En azından yüz deniz okulumuz olması gerekirken, bir tanesinin bile oldukça bakımsız ve ilgiden yoksun bırakılmasının, kimsenin kılını bile kıpırdatmaması gibi…

Artık açık seçik iyice bilincimize kazımamız gerekir ki;

Çevresi dört denizle kaplı koskoca bir yarımadada oturmak, başlı başına bir mutluluktur.

Bu mutluluk, kara bahtım, kör talihim iniltilerini şen kahkahalara bir türlü çevirememişse, bunun nedeni bozkır kökenli koşullanmasını bir türlü kınatamayışımızdandır. Bunu bir yıldır neden kıramadığımız ise çok ayrı bir inceleme konusudur. Ve ikinci bir örneği yok gibidir.

Bol bol deniz okulları açmak ve buralara parasız yatılı öğrenciler almak bile aklımıza hiç gelmemiştir.

Gerek deniz araçları yapımında, gerek deniz işletmeciliğinde, gerek deniz taşımacılığında iyi yetişmişlerin, dünyanın hiçbir yerinde aç kalmayacağını belirtmek dahi bu okulların tıklım tıklım dolmasına yeterdi.

Nerelerde çalıştıracağımızı bilmediğimiz binlerce lise diplomalısının yerine, dünyanın tüm denizlerinde bayrak dolaştıran binlerce denizcimiz olurdu bugün…

Tanzimat “çağdaşlaşma” deyimi yerine, “Batılılaşma” deyimi kullanmanın yanılgısına düştü.

Bu yanılgı ise hala daha sürüp giden sonu gelmez tartışmalara yol açtı.

Kimi Batı’yı şu veya bu gerekçe ile, tümden yadsıdı, kimi Batı hayranlığının şapşallığına yuvarlandı.

Ve kimsenin aklına “bozkırcılık”tan “denizciliğe” geçme gelmedi.

Oysa “denizcileşme” Batılaşmayı da çağdaşlaşmayı da içeren ve bizim yarımadanın durumuna çok uygun düşen bir değişim olacaktı.

Batıyı tanıdığımızı sandığımız kadar dahi denizciliği tanımadığımız için, toplumsal reformun böyle bir rotadan da geçirilebileceğini hayal bile edemedik.

Denizciliği genel bir kalkınmanın dinamosu olarak değil, yan bir parçası olarak değerlendirdik hep…

Kalkınmış toplumlarda denizciliğin nasıl bir rol oynamış olduğu üstünde de, hemen hiç durmadık.

Son elli yıllık siyasal edebiyata bir göz atın, deniz üstüne söylenmiş elli cümle bulamazsınız…

Bir yarımada üstünde bozkırlı kalmış olmanın bu kadar koyusuna da doğrusu zor rastlanır.



“Yavuz geliyor Yavuz, denizi yara yara.

Kız ben seni alacağım başına vura vura”

türküsü bile denizci türküsü değil, bozkırlı derebeyi türküsüdür.

Çünkü hiçbir denizci, başına vura vura almaz kadını…

Ve zaten kadınlarda deniz kızlarına benzer bir yan vardır. Kendilerinden aşık olurlar denizcilere…

Denizciliğe karşı imrenmeyi biraz daha körükleyelim mi ?

Gerçekten büyük gerek var buna...

Denizciler, bozkırlılar kadar trafik kazası da yapmaz.

Türkiye denizcilik aşamasını tamamlamış olsaydı, trafik kazalarında ölenlerin sayısı günde hiçbir zaman otuza kadar çıkmazdı.

Kara adamı denize:

“Deniz engin bir sudur, tuzlu, yeşil dalgalı. Kıyılarını süsler bazen beyaz bir yalı”

diye bakar.

Denizci ise:

“Mavi aynasında suların boy verip görünmek istiyorum. Denize dönmek istiyorum, denize dönmek istiyorum”

diye bakar.

Yüzyıllardır Anadolu’nun öksüz bırakılmış olmasının nedeni,

Denizlerin öksüz bırakılmış olmasıdır.
*

    m.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #43 : Ağustos 18, 2011, 17:23:15 »
 Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Çetin Altan ın bu yazısını tekrar okuyunca çok daha bariz farkettim.
Denizde gerilemeye devam.
Fakat "Ben denizciyim" diyen herkes elini taşın altına koymadıktan sonra, Ülkemin başka ellere geçen denizciliğinde hepimiz boğulacağız.
Dünya tarihinde kendi denizlerinde boğulan denizciler olarak tek başımıza yeralacağız.   Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
Tek tesellim hiç olmazsa Dünya denzcilik tarihine geçmemiz olacak.... Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap



*

    K. U.

Ynt: Deniz Kültürü
« Yanıtla #44 : Ağustos 18, 2011, 21:28:10 »
Bağlantıları görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap
Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap

Çetin Altan ın bu yazısını tekrar okuyunca çok daha bariz farkettim.
Denizde gerilemeye devam.
Fakat "Ben denizciyim" diyen herkes elini taşın altına koymadıktan sonra, Ülkemin başka ellere geçen ..............
Tek tesellim hiç olmazsa Dünya denzcilik tarihine geçmemiz olacak.... Resimleri görebilmek için üye olmalısınız. Üye Ol veya Giriş Yap






   Deniz,Tengiz.... bilinen en eski türkçe kelimelerdendirler.
Bozkırda akıp giden nehirlere,göllere deniz denir ve çesitli su araçları ile taşımacılık yapılır.
Savaşlarda su yolları hep kullanılmıştır.
  Oğuzların anadoluya göçü ile hemen donanma kuran Çaka beyin Bizansı tehit etmesi az şeymidir.
Beyliklerin her birinin donanma kurması her halde ithal gemilerle olmamıştır.
Bir zamanlar Halıçte ustamında ustası türktü diye övünen rum ustalara ne demeli.
  Viyanaya kadar uzanan seferlerde osmanlının ince donanması tunada turist taşıyor idi değildi.
Çetin Altana gelince Orta okulda yazılarını okurdum.O zaman solçulukla oğraşırdı
Şimdi ne alemde bilmem hiçbir yazısını okumaya değer bulmam.

  Bu konuda TSK denizcilik müzesi yayınlarını okumadan laf edilmemelidir.
 Ortalık biz adam olmayızlarla dolu...Niye olalımki biz zaten adamız...onların ne olduğu ise boşver.


Turgut ,Uluç......Piri...Kılıçali....unutuldu eskide kaldı.

Rauf Orbay yenilerden sayılır. Balkan harbinde Hamidiye ile Rauf Orbay ne yapmış.......
Bunu bilmeyen varsa lütfen en kısa zamanda öğrensin....

Biz denizci değilize hep tepem atar kırıcı oldumsa af oluna.