Henüz okumamış olanlara kolaylık;
DENİZLERDE, TEK BAŞINA
(Başlık biraz iddialı oldu ama, aklıma başka bir isim gelmedi.)
Uyarı;
( Bu yazıda geçen hiç bir düşünce veya fikre itibar edilemez. Ya da doğru kabul edilemez. O an aklıma öyle gelmiş, ya da öyle hissetmiş, yazmışımdır.. Şu an tam aksini de düşünüyor olabilirim. Araka planında derin bir araştırma yada bilgi birikimi yoktur.. Ayrıca saçmaladığım yerler de oldu.. Yazının orijinalliği bozulmasın diye olduğu gibi yayınlıyorum..)
Bu yıl ben de şahıs üzerine kayıtlı, yabancı bayraklı tekne darbesini yiyenlerdenim.
Her ne kadar Bülent Korsanım “ Gelin itiraz edin! Dilekçe örneğini foruma koyuyorum! Arkanızdayım!!” diye bağırsa da ben de o yürek yok herhalde, itiraz etmedim... Sessizce başıma gelecekleri bekledim...
Cezanın gelmesinden iki ay sonra Kuşadası Gümrük Müdürlüğü'nden arandım.. “Cezanı derhal yatır, yoksa başına geleceklerden biz sorumlu değiliz..” Dediler.
“Tamam, cezamı yatırayım da bana hemen yurt dışına çıkış yap diyorsunuz. Ben bu kışta kıyamette nereye çıkayım? Teknenin de bakıma ihtiyacı var..” dedim.
Gümrük Müdürü “Sen cezayı yatır, biz seni Nisan sonuna kadar çıkış için idare ederiz.” dedi....
Teknemde bir sürü eksik var. Geçen seneden kalan arızaların hepsi duruyor.. Hakkı Abi'ye sorsam “ Bu tekneyle marinadan dışarı çıkma !! “ der...
( Burada biraz “Bakın ne kadar “gözü kara” biriyim.” imaları seziyorum.)
(Not: Şimdiki değerlendirmelerimi italik harfle parantez içinde yazdım.)
Tek başına yolculuğa çıkmak konusuna gelince;
Çok ta büyütülecek bir yanı yok.. Ölümle de tek başına karşılaşmıyor muyuz.. ? Böyle bir yolculuğu tek başına yapmak, ölümle teke tek karşılaşmanın yanında çok küçük kalır.
Cezayı yatırdım... Nisan ayında Ayvalık'a geldim... Teknede geçen seneden kalan arızaların hepsi duruyor.. Elimden gelenlerin bakımlarını yapmaya çalıştım... Olabildiği kadar... Bütün sorunları gidermeye çalışsam, bu yıl hiç bir yere çıkmamam lazım....
Devlet bir yandan bastırıyor, arızalar diğer yandan.. Zaten evde de hep bir ağızdan bağırıyorlar, koro halinde “Sat şu tekneyi! Sat şu tekneyi!” Diye..
Bir tekne aldım, başıma gelmeyen kalmadı... Tek suçum bir tekne almak..
Nisan'da Türkiye'den ayrıldım...
Benim çıkışlarım hep zorunlu olmuştur.. Bu ilk değil... Geçen sene de beş yıllık transitlog çıkış sürem dolduğu için yurt dışına çıkarılmıştım...
Kendi vatanımdan hep kovuluyorum...
Ama bir gün kendi isteğimle, kendi istediğim tarihte, her şeyi çalışan bir tekneyle, kendi istediğim yere gideceğim.. Bir gün bu olacak....
Buna inanıyorum...
1. GÜN;
“Aynı yere mi geldim ?”
Yirmi knot civarı bir havada yola çıktım... Fakat rüzgar tamamen bana çalışıyor. İki yelken açık, uçurtma gibi gidiyorum.. Kısa sürede Mitilini (Midilli) önlerindeyim.. Limana girdim.. Sağ tarafta kıyıya aborda olacak tek kişilik bir yer buldum..
Kıyıda ki sade vatandaşların komik yardımlarıyla kıyıya bağlandım.. Arabalarına binmek üzere olan genç bir çift. Kadın çok şık, fakat yardımcı olmaya istekli. Adam sportif yapılı, elinde telefonla konuşuyor, tek elle yardımcı olmaya çalışıyor... Kaç kere halat attım saymadım fakat sonunda oldu.. Adam başı onar Euro istediler. Verecek gibi yaptım ama almadılar..
Evrakları alıp giriş işlemleri için pasaport polisine gittim.. Görevliler “Tekne nerede ?” dediler...
“İleride... limanda..” Dedim.. “Olmaz, tekne gümrük sahasında olmalı.” dediler.
“ Tek başınayım.. Zaten zorla yanaştım.. Yapmayın, etmeyin.!.” Dediysem de söz dinletemedim..
Geçen sene de geldim. Aynı yere park etmiştim, hiç sorun olmamıştı.
Gittim tekneyi aldım, gümrük sahasına getirdim.. Bu sefer etrafta yardımcı olacak kimse de yok.. Halatı elime aldım, kıyıya yanaşınca tekneden atladım.. Acilen halatı oradaki halkaya son anda güç bela taktım... Atlama esnasında başımdaki emektar şapka uçtu. Ayağımdaki spor ayakkabının teki de denize düştü.. Gitti...
Evrak işlemlerini halledip gümrük sahasından çıktım.
Gümrük sahasından çıkış yaparken düşen ayakkabımı denizde gördüm.. Peşine takıldım.. Kakıçla denizden aldım... Çok sevindim. Bütün yaşadıklarımı unuttum.. Fakat şapka yok...
Şapkaya üzüldüm.. 2 sene önce pazardan beş liraya almıştım.. Üzerinde teknenin zehirlisini vururken olan boya lekeleri vardı.. Denizlerde gezerken hep başımdaydı.. Yani hatırası vardı..
Tekrar limana girdim.. Liman polisi önceki yere yanaşmamamı söyledi. Orası sahipli imiş. Bu sefer kıçtan demir atıp, burundan kara yanaştım.
Geçen sene geldiğimde gördüğüm kolaylıktan sonra “ ben aynı yere mi geldim?” diye kendime sormadan edemedim..
2.GÜN
KALİMERA
Burada yapılacak çok işim var... Ben buraya şirket kurmak için geldim.. Amerika'da kuracağım şirketime kendi üstümde kayıtlı olan teknemi makul bir fiyata satacağım.. Ne de olsa şirket benim.. Fazla fiyat çekmenin anlamı yok... Ben bu işi yapınca Türkiye'de bütün işler yoluna girecek... Türkiye'yi karıştıran, sistemi allak bullak eden ve sonunda paldır küldür kovulan ben, işleri düzeltmiş olarak döneceğim..
............ (Bu noktalar, konuya bir parantez koyduğumu ve bundan sonra sallıyacağımı gösteriyor.)
Oyun oynuyoruz... Kendi koyduğumuz kurallarla kendimizi cezalandırıyoruz..
Futbol maçında topu ellersen, hele ceza sahası içinde ellersen penaltı olur.. Ve takımında, taraftarlarının da dünyası kararır.. Neden ? Birileri kuralı böyle koymuş.. Yoksa topa istediğin kadar sarıl, Bir şey olmaz....
İyi kötü bir tekneye binmişim, dünya denizlerinde dolaşıyorum.. Dünyanın bütün kural koyucuları ayakta.. Türkiye'de, Yunanistan'da... Evraklar, paralar, sorular, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun??
Carettalara soruyorlar mı acaba nereden geldiklerini, kaç kişi olduklarını? Onlara kurallarını bildiriyorlar mı; “Şu tarihte bu kıyılara gelebilirsiniz, fakat şu tarihten itibaren bu sahil size yasak. Çünkü turizm sezonu başlıyor..” Diye..
Yunuslara soruyorlar mı acaba “Bugün Türk ve Yunan karasularında onbeş kere sınır ihlali yaptınız.. Karar verin, ya Türk sularında kalın yada Yunan sularında...
Niye bütün kurallar bana... Benim yunuslardan yada carettalardan ne eksiğim var..
...................( Arkadaş gazını attı... Bu tipler böyle konuşunca mangalda kül bırakmazlar... Ama ortada değişen hiç bir şey yoktur.. Konuya dönüyoruz...)
Şirket kurmak için internet bağlantısı lazım... Üstelik kurulum süresince burada beklemeye niyetim yok.... En azından Kavala'ya kadar giderim.... Yolculuk için hiç bir planım yok...
Aslında var... “There's no plan... That's the plan..”
Mitilini de dolaşırken Cosmote gsm mağazasını gördüm.. Girdim.. 45 Euro'ya her şey dahil modem aldım.. Orada çalışan arkadaş “ Laptopu getir, kurulumu da yapayım.” Dedi. Gittim laptopu getirdim.. Arkadaş pek de kolay olmayan kurulum işlemlerine başladı..
Sabah mağazaya gelenler oluyor.. Girerken “kalimera” diyorlar.. Çok hoşuma gitti.. Sanki şiir gibi, şarkı gibi geldi bana... Kelimenin bir melodisi var.. Her kapı açıldığında “kalimera”yı dört gözle bekliyorum... Kadınların diline daha çok yakışıyor..
Bilgisayara dalmış uğraşan arkadaşa “ Bu kelime çok güzel, bize verir misiniz ?” Dedim.. Arkadaş dalmış “ Olmaz o Yunanca” dedi... Ben tekrarlayınca, “Nasıl ya, nasıl olacak o iş?” dedi.
Ben de bilmiyorum... Öyle işte...
İNCE HESAP;
Mitilini den çıkış işlemleri için liman polisine gittim.. Cumartesi olduğu için,
nöbet anlamında bir kaç kişi vardı.. Limanda kalmak ücretliymiş.. Geçen sene kaldığımda böyle bir şey yoktu.. Memur bayan ücret hesaplama işine girişti.. Balkondan teknenin duruşuna baktı.. Enine mi, boyuna mı duruyor diye... Sonra 15 dakika hesap yaptı. Hesap 17,02 Euro çıktı...
“Düz 17 Euro veriyorum. Tamam mı?” Dedim..
“Olmaz 17,02 Euro” dedi..
İtiraz etmedim 17,05 Euro verdim. Geriye 0,03 Euro'yu istedim. Aradı taradı bulamadı...
“O zaman sen 2 sentten vazgeç dedim. Sen benden 3 sentten vazgeçmemi isteyemezsin. Çünkü o daha fazla.. Teknenin boyunu 5 santim kısa yaz, olsun bitsin.“ Dedim..
Kabul etmedi... Oradakiler araya girdiler.. Neyse ki inatçı biri değilim.. Hem komşu krizde, katkım olsun..
Niyetim geçen sene önünden geçip uğramadığım Yeras (Kolpos Geras) körfezine girmek.. Yol boyunca onlarca balıkçı ağının ortalarından geçtim.. Hep geçerken görüyorum, önceden fark edemiyorum.. Buna rağmen hiç bir olay yaşamadan körfezin önüne geldim..
Yeras Körfezi'nin girişinden hemen sonra, boğazın orta yerinde kayalık bir ada var.. Onun sağından geçmek lazımmış, ben solundan geçtim.. Derinlik göstergem olmadığı için tehlikeyi de fark etmedim, ama bir şey de olmadı..
Körfezin büyük açıklığına çıkmadan sağdaki koyda demir attım.. Demiri atmanın zorluklarından bahseden arkadaşlara şaşıyorum.. İsmi üstünde, demiri denize atıyorsun.. O kadar.. Zor olan “demir almak”.. O da ırgatın varsa sorun değil. Bendeki çalışmıyor.. Benim için almak zor. atmak değil...
Koyda fabrika mı otel mi öyle bir şey var.. İnternet bağlantısından otel olabilir diye düşündüm..
Ertesi gün de orada kaldım.. Hava sertti.. Bir ara zincirin kalomasını arttırmayı bile düşündüm..
Kaldığım günü yelken tamiri ile geçirdim.. Ana yelken artık bitmiş.. Yamalarla yaşıyor.. Dönene kadar idare etse bari..
Burada benden başka kimse yok.. Bu mevsimde kim olabilir ki..? Benim gibi sürgün edilmişlerden başka..
5. GÜN
PLOMARİ;
Plomari ye orta şiddette bir hava da geldim.. Limanda kimseler yok.. Demir atıp yanaşırken Liman Polisi geldi..
“ Bu havada ne işin var denizde?” Demez mi..? Şaşırdım... Hava biraz sert o kadar..
Bende bir tuhaf oldum galiba... Hani sinir sistemi felç olmuş bir insan acıyı hissetmez ya, bende rüzgarın şiddetini algılayamıyorum...
Liman Polisi “Hava güneyden esiyor.. Karşıya, balıkçı teknelerini oraya yanaş. Burada tutunamazsın... “ Dedi..
Demiri toplayıp balıkçı teknelerinin oraya yöneldim.. Boş bulunan bir yere yanaştım.. Demir atmama gerek yoktu. Tonoz vardı.. Yanaşmam çok zor oldu.. Hava sertleşti, dümen palam başka bir teknenin tonoz halatına takıldı... Liman polisi yardıma geldi.. Güç bela hallettik..
Evrakları alıp Liman polisi ne gittim.. İşleri güçleri yok, İki kişiler, boş oturuyorlar. Ayda yılda benim gibi biri gelecek te iş yapacaklar...
Bu nedenle beni epey oyaladılar.. Sigorta poliçemin iç sayfalarını ben bile okumamışım onlar anlamaya çalışıyorlar.. Yunanca Türkçe kelime benzerlikleri bulmaya çalışıyoruz.
“Yeter artık, ben gideyim” dedim. “ Bir şey lazım olursa ben hemen karşındayım. El sallarsın gelirim.” dedim..
O gece ve ertesi gün denizcilik hayatımın en sert gecelerinden birini yaşadım.. Teknede ayakta gezmeme imkan yok.. Limanın içinde bu ne hal.!. Mide bulantısı da cabası.. Tekneden hiç çıkmayan sesler çıkıyor.. Ben ki gece alargada dahi uyanıp tekneye bakmam, limanda geceleyin tekneden çıkan seslerden dolayı iki kere dışarı çıkıp müdahale yaptım..
Ertesi gün yanımda dolu bulunan mazot bidonunu depoya döküp, bidonu benzinciden doldurmaya niyetim var.. Çünkü depoda ne kadar mazot olduğunu bilmiyorum.. Depo göstergem de çalışmıyor.. Denizin ortasında mazotsuz kalabilirim.. Fakat denizdeki çalkantıdan bidonu depoya dökemiyorum.. Denizdeki çalkantının dört beş dakikada bir hafiflediğini fark ettim.. O araları yakalayarak bidonu boşalttım.. Sonra da bidonu alıp doğru benzincinin yolunu tuttum..
Ne olur, ne olmaz... Bir bidon mazotum yedekte olsun..
7. GÜN
Gitar ve "Acemiyim Abi"
Sabah Kalloni Körfezine gitmek için yola çıktım.. Bir akşam Kalloni Körfezinde konaklarım diye düşünüyorum.. Körfezden sonra Sigri ye devam ederim...
Hava ve rüzgar o kadar güzel ki, yolda Kalloni'ye uğramaktan vazgeçtim.. Sigri ye, yola devam ettim.....
6 notun altına hiç düşmüyorum..
Sigri ye geldim... Sigri'de liman falan yok.. Balıkçı barınağı gibi bir yer var, o da balıkçıklar için...
Barınağın yanında ki koyda demir attım.. Teknenin devir ve şirket kurma işlemleri için karaya çıkmam gerek...Evrakları bir yazıcı bulup yazıcıdan çıkaracağım... Islak imza ve tarih attıktan sonra, tekrar taratıp usb belleğe yükleyeceğim..
Botla karaya çıkacağım için, kıyıya yakın demir atmak istiyorum.. Fakat su çok sığ..
Sonuçta biraz uzak ta olsa demiri attım, botu şişirip denize attım.. Usb belleğe evrakları yükledim, karaya çıktım..
Sigri de böyle işler için bir yer yok.. Bir kafe sahibinden rica ettim.. Kendi bilgisayarından bu işleri yaptı.. Sağ olsun..
Kafede bir gitar vardı.. Kutusunda duruyor.. Arkadaşa sordum, “ bir Hollanda'lının” dedi. Geldikçe çalıyormuş.. “Bakabilir miyim? “ Dedim.. “Tabii.” dedi. Kutusundan açtım, çıkardım ki eyvah! Bütün telleri pastan kopmuş.. Gövdesi rutubet almış.. Kafeci de çok üzüldü.. Epeydir duruyormuş.. Böyle bir şey olacağını tahmin etmemiş..
Epey bir temizlik yaptım ama, ne fayda.. Kafeden geç saate ayrıldım..
Gitar çalmayı severim.. Uzun yıllardır çalmama rağmen çok iyi sayılmam... Duyan olunca “Kes şunu! Kafamızı şişirdin!” Diyor .. Ama çalarken beni dinlendiriyor..
Tekneye bir gitar alıp koyamadım.. “Yok rutubet var... Yok yer tutar” diye.. Keşke bu yolculuğa çıkmadan evvel, ucuz bir öğrenci gitarı alsaydım..
Kötü çalıyorum, tamam.. Hadi marinada çalsam şikayet edilirim, ama böyle bir yolculukta, koylarda benden başka kimse yoksa çalardım... İyi olurdu..
Elin Hollandalısı yılda bir kere geldiği kafeye bile bir gitar koymuş..
Alıcam bir gitar . Koyucam tekneye.. Paslanırsa paslansın.. Yer tutarsa tutsun... Zaten koca tekneyi tek başıma kullanıyorum...
Sigri yi hiç beğenmedim.. Sadece o kafe sahibi sempatik arkadaşın hatırına “Sigri'yi sevdim.”
Ertesi sabah altıda yola çıkmayı düşünüyorum.. Yarın hedefim Limnos adası... 62 mil.... Benim gibi bir acemi için uzun bir yol.. Tekneye gelir gelmez yattım....
Ben bu “acemi” ifadesini çok sevdim.. Ne hata yaparsan yap... En kolay mazeret “Acemiyim abi”
Ayrıca yaptığın her iş, gittiğin her yol çok daha fazla önem kazanıyor...
“ Ya adama bak... Adam acemi, tek başına taa nerelere gidiyor..”
Usta olursan her şey küçük ve önemsiz oluyor...
“Adam usta denizci abi.. Oralara gitmek onun için çocuk oyuncağı.....” Gibi...
Onun için “ Ben acemiyim abi...”
(Ama gerçekten de acemiyim.. Bunu “alçak gönüllülük” ucuzluğuna kapılarak söylemiyorum.. Çevremdeki herkesten tekne ve deniz konusunda bilgim daha az.. Ana yelkene nasıl camadan vurulacağını 2 senede deneye deneye kendi başıma zor çözdüm.. İlk zamanlar vurduğum camadanları görseniz gülmekten karnınız ağrırdı.. Belki de hala yaptığım yanlıştır..)
Limnos; Böyle Bir Ada Var mı?
Yola çıkmak güzel şey... Bir yerde birkaç gün durmak sadece kararlı olursam oluyor.. Hep gitmem lazım.. Limandan çıkıp denize açıldığım zaman büyük bir rahatlama hissediyorum..
Sigri'den sonra, kuzeye çıkarken hatırı sayılır bir deniz trafiği var.. Yarım saat önce ufukta gördüğün gemi bir anda yanımda bitiveriyor..
İrili ufaklı birkaç gemiden oluşan bir askeri filo geçti.. Hangi ülkeye ait olduklarını anlayamadım.. Belki de Rus gemileriydi..
Bulaşmadım... Ülkemin başı benimle zaten dertte.. İkinci bir daha dert olmak istemedim.. Benim yüzümden bir üçüncü dünya savaşı çıkarsa bu hiç hoş olmaz..
Gülmeyin... Birinci dünya savaşını Sırplı bir öğrenci çıkarmadı mı?
Yol uzundu.. Bir ara nereye baksam deniz... Dünyanın yuvarlak olduğunu anladım.. Bildiğim bütün şarkıları söyledim.. Bildiğim şarkılar bitti, deniz bitmedi.. Yoksa böyle bir ada yok mu? Olsaydı görünürdü... Belki de haritaya çay damladı... Ben o lekeyi ada sandım....
Sonra ufukta bir karaltı belirdi.. “Aaaa!! Ada göründü... Ada varmış...Geldik....” Dedim..
“Geldik ” dedikten 5 saat sonra karaya ulaştım..
Kumsala doğru uzanan masmavi suların içine demirimi bıraktım.. Adadaydım..
(Size tavsiyem, Midilli'den Limnos'a gidiyorsanız, uzun süre adayı göremezseniz bile umudunuzu kaybetmeyin.... Yolunuza devam edin... Ada görünecektir.. Bana güvenin...)
Güzel bir yolculuk oldu.. (Az önce ne yazmışım, şimdi ne diyorum.) Demir attığım koyda biraz kalıp, dinlendim. Yemek yedim... (Yolda doğru, düzgün bir şey yiyemiyorum..) Kahve içtim.. Eğer beğenirsem geceyi burada geçiririm. Koyda su çok temiz.. Demiri de zinciri de görüyorum.. Fakat solugan var..
Myrina'ya gideceğim.. Myrina 8 mil.. Hava kararmadan varırım... Yola tekrar çıktım..
Myrina girişi zor fark ediliyor..
İskeleye yanaştım... Limanda birkaç tekne var.. Hepsi de çok özellikli, sanırım şöhret tekneler. Ve ben 34 feet 86 model Beneteau, Vista..
Bir Alman'ın teknesi var, sanki 18. yüzyıldaki gemilerin küçültülmüş hali.. ( Sahibi bana yanaşmamda yardımcı oldu)
Myrina küçük bir yermiş gibi duruyor. Fakat girdikten sonra öyle olmadığını gördüm.. Çarşısı, kafeleri, restoranları ve marketleriyle beklentimin üstünde çıktı.. Yapıları eski ve kaliteli.. Beni şaşırtan şey, denizin ortasında, ana karadan uzak, tek başına olup ta bu kaliteyi yansıtabilmesi..
İlginç de bir kalesi var... Kayalık dağla içi içe..
Hiç resim çekmiyorum... Zaten çeksem de mini tablet ile çekmem lazım.. Başka bir şey yok.. Ama içimden hiç resim çekmek te gelmiyor.. Resim çekme me meselesi bende takıntı oldu.. O kadar sıradan ki, resim çekmeye elim varmıyor..
Fotoğraf bir yeri olduğundan daha iyi gösterecekse çekilmeli.. Ya da en azından olduğu gibi göstermeli.. Bu yapılamayacaksa bırakın hafızanıza nasıl işlediyse öyle kalsın..
Geçmiş yıllardan hatırımda kalan öyle güzel yerler var ki... Resimlerine baktığım zaman, iskele de bir kaç balıkçı sandalı, bir iki yelkenli tekne ... Hepsi bu... Bu ne yaa... ? Diyorum.. O kadar güzel dediğim yer bu mu? Bu resim olmasın.... Daha iyi..
Hele bir de şu gün batımı resimlerini çekenler yok mu.. Yanlarından geçerken gülmeden edemiyorum... Google'a “sunset” diye yaz, 175 milyon tane sonuç çıkıyor.. Sen daha neyin resmini çekeceksin? Elindeki cep telefonuyla mucizeler mi yaratmaya çalışıyorsun..
Kasaba da her dakika başı çan çalıyor.. Ses bir yerden geliyor.. “Bu ne yaa! Her dakika” dedim... Bu çanı çalanı bulmaya çıktım.. Kiliseyi buldum, fakat ortada çanı çalan kimse yok.. Çanlar da halatları da olduğu gibi duruyor.. Sonra fark ettim... Çan kulesine bir hoparlör koymuşlar, çan sesi oradan geliyor.. Dinlerde de yapaylaşma var.. O zaman o kadar kule, çan ne işe yarayacak?
Gece hava kararır kararmaz bir kutlama başladı.. Tekneden çıkıp gittim.. Askeri bando, din adamları, bazı genç öğrenciler tören yürüyüşüyle meydana geldiler.. Arkalarında da iyi giyimli halk korteji.. İnsanlar bayağı özenle giyinmişler.. Gençler omuzlarının üzerinde ışıklar için de süslü, kubbeli bir şeyler taşıyorlar... Neyi kutluyorlar bilmiyorum.. Kimseye de sormadım... Öylece seyrettim..
Burada biraz kalsam mı, ne yapsam......?
DEFİNE ADASI;
Harika antika teknesi olan posbıyıklı Almanı beni karşıladıktan sonra hiç görmedim.. Akşamları teknesinin kıç kamerasının ışığı yanıyor.. Kamaranın penceresinden sızan ışıkla görüntü inanılmaz.. Beni hayallere sürüklüyor... Böyle bir tekneyle okyanusta keşifler yapılır..
“Kıç kamara onun çalışma odası olmalı.” Diye düşünüyorum.. Kamaranın ortasında mutlaka bir antika ahşap çalışma masası vardır. Masanın üstünde ve yanında rulo halinde haritalar.. Arkasındaki dolapta kesinlikle bir sekstant vardır..
Günlerdir orada ne yapıyor..? Böyle bir tekneyi insan Yunan adalarını gezmek için almaz.. O işi zaten benim teknem de yapıyor.. O an aklıma geliyor; Bu tekneyle okyanusa açılacak ve Define Adasını arayacak..
Elinde keçi derisine çizilmiş bir hazine haritası var.. Masanın etrafındaki haritalarda günlerdir Define Adası'nın yerini tespit etmeye çalışıyor..
“Beni kesin gözüne kestirmiştir...” Diyorum.. “Tek başına bir adam... Başıboş dolaşıyor..” Demiştir..
Ertesi gün tekneden çıktığımda, yanıma yaklaşacak... Etrafta bizi gözetleyen biri var mı diye kısaca bir göz atacak..
Ve bana alçak bir sesle fısıldayarak “Sana güvenebilir miyim?” Diyecek..
Ben de “Evet” Diyeceğim..
“Seninle uzun bir yolculuğa çıkmayı planlıyorum.. Eğer kabul edersen.. “ Diyor..
Ben “Nereye? Diye soruyorum....
“ Okyanusa” Deyip kısa kesiyor.. “Ne için?” Diyorum.. “Orasını açıklayamam..” Diyor.
Fakat ben bal gibi biliyorum.... Yolculuk okyanusta bir Define Adası'na ..
Benim görevim tayfa olmak... Istıralya tellerinin yanındaki ip merdivenden direğin tepesine çıkıp, ufukta görünen bir kara parçası var mı diye bakacağım.. Elimde uzayıp kısalan gemici dürbünlerinden var...
Posbıyıkla her şeye varım... Tamam da... Bu adam hazineyi bulduktan sonra beni ortadan kaldırmayı planlıyordur... Daha sonra boş boğazlık ederim diye...
İşte burası midemi bulandırıyor..
Saat gece yarısını geçti... Tuvaletin penceresinden bakıyorum... Posbıyık kaptanın ışığı hala yanıyor..
“Sen çalış kaptan.. Ben uyuyorum..” Diyorum..
(Arkadaş iyice hayallere kaptırmış kendini.. Biraz daha kalsa, Karayip korsanı olup dönecekmiş..)
Ertesi sabah, erken saate hayallerimi ve Posbıyık Almanı limanda bırakıp sessizce Myrina dan ayrılıyorum..
YALNIZLIK;
Yol 52 mil.. Hava orta şiddette sancak orsadan geliyor.. Böyle orsalarda benim cenova çalışmıyor.. Ana yelkeni tam açtım, hafifte motor. Harika bir karışım oldu.. 6,5 nottan aşağı düşmüyorum.
Limnos'tan uzaklaşırken bu adayı iyice gezemediğime üzülüyorum..
Motosiklet kiralamak istedim... Fakat kiralayacak hiç bir yer bulamadım.. Yürüyerek kasabanın dışarısına kadar gezdim... Sokaklarını gezdim... Ancak bu kadarını yapabildim..
Hedefim Limenaria... Thasos adasının güneyinde bir yerleşim yeri ..
Dün oto pilotun kitapçığını iyice karıştırdım... Resetlemek lazım gibi bir şeyler diyor... Denedim.. Bugün yolda motorla giderken uzun bir süre doğru gitti.. Sonra tekrar sorun çıkarmaya başladı.. Yelkenle giderken çalışmıyor... Bir de rüzgar arkadan gelirse çalışmıyor.. Çalışırsa şaşarım..
Uzun yolculuklara alışmaya başladım... Elli, altmış miller normal geliyor.. Yalnız olduğum için, yolda biraz yeme içme sıkıntısı çekiyorum, o kadar..
Yalnızlık neden bana iyi geliyor..? Yalnızken ortaya çıkan cesaretim, maceracı ruhum, yaratıcılığım, yanımda birileri varken yok oluveriyor.. Yalnızken devleşen ben, kalabalıklar içinde bir çocuk kadar etkisizim.. Yalnızlıktan besleniyorum... Yalnızlık beni çoğaltıyor.. Sıkılmıyorum..
Uzun yolda bazen canım kahve istiyor.. Filtreli kahve.. Ama yolda çok zor..
Bu sene kahveye düşkünlüğüm arttı.. Kahve çayın yerini aldı..
Teknede kahve olayına iyice taktım.. Kahve öğütücü aldım.. Tekneye kahve çekirdeği stokladım.. Frenç pres aldım... En derin inceliklerine kadar uyguluyorum..
Tek zevkim bu zaten..
Öğleden sonra Limenaria limanına girdim. Liman tam düzene kavuşmamış. Çalışmalar var.. Derinlik tehlikeli.. Orta yerinde bir sığlık var.. Tam oturmalık.. Ben de oturdum.. Ama hemen geri tornistanla kolay kurtuldum..
Nereye yanaşacağım belli değil. Karşıda iri yarı birkaç balıkçı teknesi var.. Orası olabilir deyip, burundan yanaştım.. Tek başına, yardımsız.. Kıçtan demir at. Burnu ayarla, karaya atla , halatı bağla.. Bu kadar basit..
Perişanım..
12. Gün
ÇİUUUUUVVV;
Akşama doğru yanıma Yunan bayraklı büyükçe bir Jeneau yelkenli yanaştı. Teknede dört, beş kişi var...... Yunanlı denizcilerde de ne selam var ne sabah.. Şu Alman, Hollanda'lı, Fransız teknelerin gözünü seveyim..
Karada ki Yunanlılar ne kadar iyiyse, denizdekiler de o kadar tersi.. Buralar bizim havasındalar..
Akşam hava karardıktan sonra teknede otururken bir ses işittim, “çiuuuuuuvvv” diye... Tekneden fırlayıp bu ses te ne diye baktım... Yandaki Yunan bayraklı Jeneau teknesinin ucunda 30 lu yaşlarda biri balık tutuyor.. Limanda, gece vakti!!....Böyle bir teknenin burnundan..... İnanamadım.. Üstelik elindeki olta takımı son derece mükemmel.. Yanında da bir olta takım çantası var.. İçinde her türden ekipman var.... Tam profesyonelce...
Bu saate burada ne balığı olur? Üstelik oltayı fırlattığı yer benim girişte oturduğum sığlığa denk geliyor... Yani bir metrelik bir derinlik..
Kafamda bir sürü soru işreti oluştu... Delikanlının kafada bir sorun olabilir diye düşündüm.. Fakat yüzüne baktığımda son derece ne yaptığını bilen bilinçli bir insan görüyorum..
Tekneye girdim... Birkaç dakikada bir ses tekrar ediyor.. Çiuuuuvvv.....
Sesin bana verdiği hiç bir rahatsızlık yok.. Ama durumu çözemiyorum.. Tatmin edici bir cevap arıyorum..
Kararlılıkla dışarı çıktım... “Sen ne yapmaya çalışıyorsun?” Diye soracağım.. Fakat dışarıda soruyu soramıyorum... Adam kendinden emin, balık tutmakla meşgul... Ben de bir şeyler arıyormuş gibi yapıp, tekrar tekneye giriyorum..
Keşke diyorum, bir tane balık tutsa da ben yanılmış olsam... “ Demek ki bu saate burada balık tutuluyormuş.” desem.. Ama yok... Olamaz ki..
Yürüyüş yapan birine “Nereye gidiyorsun ?” diye sorsalar, cevap olarak “Hiç bir yere gitmiyorum... Spor olsun diye yürüyorum. ..” Cevabını verir.. Bunun bir açıklaması var.. Ama bu arkadaşın yaptığı iş ne kalori yaktırıyor, ne de kas yapıyor...
Arada ses tekrar ediyor.... Çiuuuvvv..
Bu sese niye bu kadar takıldım ki..?
Herhalde bu ses bana, olmayacak şeylere boş yere umut bağlamanın saçmalığını hatırlatıyor...
Herhalde bu ses bana, ne kadar yanlış yerlerde boşuna çabalar harcadığımı hatırlatıyor..
Herhalde bu ses bana, hayatta cevabını bulamadığım soruları hatırlatıyor...
Ondandır..
Bu satırları yazarken ses yineledi....
Çiiiuuuuuuvvvvvv....
.......................
Ertesi sabah motosiklet kiraya veren büyük bir yer buldum.. Onlarca motosiklet var.. Hepsi de scooter.. Ben hayatımda hiç scooter sürmedim.. Hep vitesli.. Bacaklarımın arasında benzin deposu olmalı.. Neyse buna da alışırız dedim, bir tane kiraladım.. Hemen alıştım.. Kolaymış..
Yola çıktım.. ..Hava da çok güzel.. Girip çıkmadığım köy, kasaba, yer kalmadı.. Yolda Thassos tan önce Panagia köyü var.. Bir dağ köyü.. Meydanı çok hareketli ve restoranları bol.. Önünde büyük çınar ağacı olan bir restauran var... Öğle yemeğini orada yedim...
Garsona karşı masada yemek yiyen birinin tabağını işaret ettim, “Bana da ondan getir..” Dedim.. Yemekten anlamam... Ne yediğimi de bilmiyorum.. Sadece doymak için..
Bu gün günlerden pazar.. Yol boyunca bir şey dikkatimi çekti.. Öğleden sonra insanlar evlerinin bahçesine uzun aile sofrası kurmuşlar.. On, on iki kişilik kadar.. Uzun büyük mangal yakıyorlar.. Kuzu çevirme, yada başka türlü şeyler pişiriyorlar.. Topluca yiyip içiyorlar..
Bir çok evin bahçesinde aynı şeyi görünce dikkatimi çekti.. Pazar günleri, öğle sonrası ya bu bir gelenek, ya da bugün özel bir gün...
Gerçekten unutamayacağım bir gün oldu.. Bu güzel günün bütün detaylarını anlatamayacağım.. Çok uzun sürer... Manastır da olanlar, antik mermer madeni, restaurant daki garson sohbeti, marketteki küçük kız terörü... Yok anlatamam.... Yorucu..
Bu arada, bunu yazarken aklıma geldi.. Geçen sene yaptığım gezide bol bol makarna yapıp yemiştim.. Bu yolculukta henüz hiç yapmadım.. Şimdi fark ettim...
13. GÜN
“NOTHING”
Sabah yorgun kalktım..
Lumbozlardan baktığımda dışarısını göremedim.. “Ne oluyor ?” dedim.. Tekneden çıktım ki yanımda 3 katlı bir bina var.. Gece yanıma büyük bir Azimut motor yat yanaşmış..
Sahibi selam verdi.. Konuşkan biri ... Bulgaristan lı imiş.. Ailece geziyorlar ve ailece kilolular.. İstanbul'u çok iyi biliyor.. Alışık olmadığım bir tarzda konuşuyor..
Bana “Teknenden memnun musun?” Dedi. “Evet .” dedim. (Yalan söyledim.! Ağzımdan kaçtı..!) İnanmadı. “Ben bundan bile memnun değilim.” dedi. Siyah gözlükleri var.. Yüzünün ancak yarısını görüyorum..
“Ne iş yapıyorsun?” dedim. Hafif sırıttı.. “Nothing.”dedi.
Yarım saat sonra çekip gittiler...
Kafamda bu sorular kaldı;
Nasıl bir meslek ki bu 55 lik Azimut'u beğenmiyor.. ?
Bu yaştan sonra “Nothingçi” olsam, 55 feet bir Hallberg Rassy'im olur mu acaba..?
................................
Bugün hep yağmur yağdı.. Üzerimde dünkü motosiklet gezisinin yorgunluğu var.. Balıkçılar gelip teknemin yerini değiştirmemi istediler..
“Yalnızım, yorgunum.. Bakın çaresine..” Dedim.
“Tamam” dediler.
Beni birkaç metre sağa aldılar.. Daha sonra da bir kaç kez daha yer değişiklikleri yaptılar... Hiç ellemedim...
Kendileri bilir, beni ilgilendirmez...
................................
Limenaria yı Myrina'dan sonra pek beğenmedim.. Arada bayağı bir kalite farkı var.. Limenaria daha yeni bir yerleşim yeri.. Tarihi yapılar yok.. Bizim sahil kasabalarında ki yapılanmalara benziyor..
Etrafı çam ormanı.. Fırsat buldukça ormanda yürüyüşe çıkıyorum.. Bu akşam yürürken ormanın bir yerinde o kadar çok bülbül( öyle sanıyorum) sesi vardı ki, “Burada senfoni orkestrası kurmuşlar.” dedim.. Oturup biraz dinledim... Hiç birisi ritim ölçüsünü bozmuyor.. Hiç birisi yanlış nota basmıyor.... Harika....
........................................
Bu satırları yazarken dışarıda müthiş bir yağmur var.. Vakit gece yarısı... Bilgisayar da Julide Özçelik'in “Bu gün neden gelmedin” şarkısı... Yer Limenaria...
Ve ben bu saatten sonra kahve yaptım.... Öyle güzel bir zaman ki.. Şarkı sözü yazasım geldi;
Bu kahve hiç bitmesin...
Bu şarkı hiç bitmesin...
Bu yağmur hiç dinmesin...
Bu gece hiç bitmesin..
Üstelik yarın yola çıkacağım.. Adanın kuzeyine...
14. GÜN
BUGÜN ÇAMAŞIR GÜNÜM;
Fazla uzun bir yol değildi... Kıyı seyriyle kuzeye doğru döndüm.. Thassos'un limanı çok geniş.. Ve bu koca limanda sağda soldaki tek tük tekneleri saymazsak neredeyse tek başınayım..
Bu gün Tassos ta ikinci günüm..
Thassos yeşillik ve dağlık bir ada.. Suyunun bol olduğu her halinden belli.. Muhteşem çınar ağaçları var.. Bu büyüklükte bu kadar güzellerine rastlamamıştım.. Bütün liman arabalı vapur.. Birkaç ufak tefek ayrıntı dışında kasaba enteresan değil.. Eski limanın oradaki tarihi ev, çınarlar , antik kalıntılar..vs...
Ama ben bugün de buradayım.. Acelem yok.. Daha sezon bile başlamadı.. O kadar güzel koylar gördüm ama birinde bile ayağım denize sokamadım.. Banyo bir sorun.. Teknede dar alanda pratik banyolar yapıyorum.. Kendi evimdeki banyo aklıma geldikçe “ Delisin sen!” diyorum.
Bugün Thassos'ta kalmamın bir sebebi de çamaşır yıkayacağım. İskele de bol su var.. Benden başka kimse yok.. Çıkarırım küçük tüpü iskeleye. Üstüne kovayı koyarım. Çamaşırlarımı kaynatırım.. Çocukluğumda annemin yaptığı gibi.. Ben gezginim.. Bir şekilde yaşamam lazım..
Bir yerlerde okumuştum.. Hayatta ya oyuncusun, ya da seyirci.. Oyuncu olmak daha doğru galiba.. Hiç bir şey yapmadan yaşadığımız o kadar çok zaman var ki, yazık.. Hepsi bir birinin aynı bin gün yaşamaktansa bir farklı gün yaşamak lazım.. Jimmy Hendrix “Sayı saymak değil, kilometre yapmak önemli.” demiş.. Öyle.. Doktorlarla, ilaçlarla seksen, doksan sayı say...
Yani özetle , hayatı yaşamak demek, iskelede çamaşır yıkamaktır.
Şu yolcu feribotunun kaptanına gemi kullanmayı öğretemedim gitti. Yine limana öyle bir giriş yaptı ki, sallantıdan klavyenin tuşlarına basamadım..
Halbuki bu sabah adamına söyledim...
Thassos'ta son gün;
Bugün antik tiyatroyu gezdim.. Antik tiyatroya doğru çıkarken bir Alman çiftle tanıştım.. Yirmili yaşlardalar... Medeni durumlarını bilmiyorum..
Tiyatronun olduğu bölge tel örgüyle kapatılmış.. Kapısı kilitli.. Alman kız ( adı Adriyan) “Tellerin altından geçelim” dedi. Öyle de yaptık.. Tellerin altından sürünerek geçtik... Ben böyle bir şey yapmazdım... Suça teşvik edildim... Suç ortaklığı insanları daha çabuk dost yapıyor..
Dönüşte arkeoloji müzesine beni de götürdüler.. Oysa hiç niyetim yoktu.. Müzede bir kadın heykelini erkek zannettim... Adriyan “Beni de erkek zannetmiyorsun... Değil mi? “ Dedi.. “Yooo... hayır.. tabii ki...“ Gibi bir şeyler geveledim... Mahcup oldum..
Sonra da benim tekneyi görmek istediler.. Tekneye getirdim. Tekne feribotun yanında. Uzaktan “İşte..! Benim tekne..” Dedim... Onlar feribotu görüyorlar.. Feribotun yanında çok küçük görünen benim tekneyi fark edemediler.. Martin( çocuğun adı bu) “ Neee? Sen bu feribotla mı geziyorsun? “ Dedi...
Çok güldüm..
Teknede, frenç preste filtreli kahve yaptım.... İçtik.. Epey sohbet ettik... Ben bir ara Hitler'i sevdiğimi söyledim.. Adriyan çok kızdı..
İyi ama ben adamı yakışıklı ve sempatik buluyorum... Ne yani şimdi, yalan mı söyleyeyim...?
.................
Thassos adasında iki büyük yerleşim yeri var.. Limenaria ile Thassos... İkisi için de söyleyeceğim şey “Görülmese de olur.” Ben yerleşimlerini, yapılarını pek beğenmedim..
Yarın sabah Keramoti önlerini turlayıp Kavala ya gideceğim.. Artık bu noktadan sonra daha kuzeye gidemem.. Ege denizi bitti.... Daha fazla zorlamanın bir anlamı yok... En iyisi tekrar güneye yönelmek.
Her nedense , gittiğim bir yere bir daha gitmek istemiyorum.. İlk defa gittiğim yerlerdeki heyecanı sonraki gidişlerimde bulamıyorum..
Ege denizi biterse n'aparım.. Düşünmek bile istemiyorum..
16. GÜN
“Only one night”
Bu sabah Thassos'ta liman polisine gittim.. Ayrılmak istediğimi söyledim.. İşlemimi yapan memur İstanbul'lu olduğumu öğrenince, İstanbul'u görmeyi çok istediğini söyledi.. Gurur duydum...
İstanbul'lular İstanbul'da yaşamın zorluklarından isyan ediyorlar, dışarı çıktıklarında havalarından geçilmiyor.. ( Yani,... ben )
Soğuk bir havada Thassos'tan ayrıldım.. Önce kuzeye rota tuttum.. Ortadaki adanın etrafından dolaşarak Keramoti önlerine geldim.. Sadece dolaşmak için..
Sonra batıya Kavala ya döndüm.. Rüzgarı tam kafadan alarak, Kavala ya geldim.. “Limanda yer bulamazsam, şöyle bir bakar, çeker giderim.” Dedim.
Limanda yol tarafında yedi, sekiz yelkenli duruyordu. Zannederim hepsi de charter tekneleri.. Bumbalarında yazıyor..
Aralarında bir boş yer var.. Yanaşmayı düşünürken teknedekiler çıktılar, “ Burası sahipli. Olmaz “ Dediler..
“ Taa Türkiye'den geliyorum.” Dedim.. “Only one night..! “
Biran durakladılar, sonra okey verdiler..
Kararlarını değiştirmelerinde neyin etkili olduğunu bilmiyorum.. Tek kişi olmam mı?.. “Türkiye'den geliyorum..” demem mi? Yoksa “Only one night ” rolümü iyi becermem mi? Bilmiyorum..
Bir anda yanaşmama yardım eden 4 kişi oldular.. Hepsi de usta denizci.. Şimdiye kadar yanaşmalarımda bu kadar fazla ve profesyonel yardım aldığım hiç olmamıştı..
Ben kafadan yanaşıyorum.. İskele de biraz sorunlu... Pasarelamı yerleştirmeye çalışırken, yanımdaki teknenin sahibi “benim tekneye geçerek inebilirsin” dedi...
Gördüğüm ilgiden çok memnun oldum..
Bu yer bulma işinin formülünü size söyleyeyim; Yüzünüzde acınası bir ifadeyle, parmağınızla bir işareti yaparak “Only one night.!” Diyeceksiniz.. O kadar..
Bunu birkaç yerde yaptım.. Kesinlikle çok işe yarıyor.. Deneyin, tavsiye ederim..
....................................................
Hemen hızlı bir şehir turuna başladım.. Kale tarafının tarihi olabileceğini düşündüğüm için , önce oraya gittim. Mehmet Ali Paşa'nın evini müze yapmışlar.. Ev dubleks.. Önünde ki meydanda da heykeli var... Heykel güzel.
Müzeyi girip gezdim.. Çıkışta resepsiyondaki görevli kıza “Kim bu Mehmet Ali ?”Dedim..
“Mısır'lı bir kahraman, ama burada doğmuş.” Dedi
Tartışmadım.. Bu adam Mısır'a vali olarak atanmış bir Osmanlı Paşası değil miydi..? Mısır'da Osmanlı Devletine baş kaldırıp bağımsızlığını ilan etmemiş miydi.?
Bütün bunları tartışamam.. Antep'lilerin bir sözü var; “Adamın aptalı derdini mübaşire anlatır.” diye.. İşte ondan.. Tartışmadım..
Yürüyüşte üstüme adam tanımam.. Saatlerce yürüdüm.. Yarım günde şehri bitirmeyi kafama koymuşum.. Biraz fazlaya kaçtı galiba.. Merkezi çevreleyen bir kilometrelik daire içinde gitmediğim sokak, cadde, meydan kalmadı.. Şehir bitti.. Yarın yolcuyum..
Kavala'da “ Görülmesi gereken yerler. ” listemde yok.. Gidilmese de olur..
Ben Kavala'ya “Kavala'ya gittim..” diye hava atmak için gittim..
18, GÜN
YORGO;
Sabah erkenden yola çıktım.. Halbuki akşam yatarken “ yarın öğlene doğru yola çıkarım .” diyordum.. Yalancıyım.. Bunu en çok kendime yalan söylediğimden biliyorum..
Tekrar Limeneria'ya geldim. Bu ikinci gelişim.. Aşağı iniş planlarım tam bir felaket.. Buradan aşağı inerken Pensuella Athos denen bir yarımada var.. Hani şu muhteşem dağın olduğu yarımada. Rod Heikell'in kitabına göre burada yüzyıllardır acayip bir tarikat yaşıyormuş.. Bu yarımadanın kıyılarında demir atmak, karaya ayak basmak tehlikeliymiş...
Dedim “ Hakkı Abi'm buralara ayak basmışsa ben de giderim..” Araştırdım. Yok! Hakkı Abi bile yanına uğramamış..
Neyse, durum şu; Tekrar Limeneria'ya gelip buradan transit Diaporoz adasına geçmek.. Mesafe 60- 70 mil var.. Ancak giderim..
İşte tekrar Limenaria'ya geliş sebebim budur..
...............
Geldiğimde balıkçılar beni tanıdılar.. Benden kurtulduklarına sevinmişlerdi... Tekrar karşılarındaydım.. Yine güç bela beni bir yere sıkıştırdılar.. Çünkü geçen sefer kaldığımız yere sezonluk tur tekneleri yerleşmişler.. Yer durumu daha da sıkıntılı..
Balıkçının patronunun adını bilmiyorum.. “Yorgo” diyorum. O da bakıyor.. Yorgo ismi nereden aklıma geldi, bilmiyorum...
Dedim ” Yorgo, son bir kez idare et, yarın gidiyorum.”
Yorgo anlamıyor, ama “okey, okey” diyor..
Bazen dil bilmeden anlaşmak daha kolay oluyor....
Yorgo yanaşırken benim teknenin 10 santim yanından geçiyor..
“Yorgo.. Vuracaksın..” Diyorum...
İlgisiz bakışları hiç değişmeden, “hayır “ anlamında hafifçe kafasını sallıyor...
Dünyaya boş vermişliğin resmini çek deseler, size Yorgo'nun yüzü derim. Yorgo'nun kaç yaşında olduğunu tahmin edemiyorum... 55 ile 75 arasında bir yerlerde olabilir . Çok içki içtiği yüzünden belli.. Sigarası hep ağzında.. Konuşurken dahi sigara dudağında yapışık duruyor.. Etrafındaki her şeye gereksizmiş gibi, boş gözlerle bakıyor.. Limandaki en güzel tekneye , boş bir konserve kutusuymuş kadar ilgisiz.....Dünyada onu heyecanlandıracak hiç bir şey olamaz...
İşte, dünyaya boş vermişliğin fotoğrafı bu adam.. Bu yüz....
( Keşke resmini çekseydim.. Bütün gezi boyunca resmini çekmediğime pişmanlık duyduğum tek durum bu oldu...)
Az önce tırnaklarımı keserken iskeledeydi....
..........................................................
Bugünün ilginç anlarından bir tanesi de, karşı, iskelede duran balıkçı teknesinden adam güpe gündüz denize işedi.. Sonra da hiç bir şey olmamış gibi, ağları tamir etmeye devam etti..
Bu ne yaa! Böyle bir şey olabilir mi?... Yasak sadece bize mi..? Tamam o zaman...Madem öyle, bundan sonra ben de yaparım..
( Yaptın mı? diye sorarsanız ; Evet yaptım, fakat açık denizde .. Yalnız rüzgarın yönüne dikkat etmek lazım.. Bir keresinde rüzgarın yönünü dikkate almamışım.. Hiç hoş olmadı....)
(Arkadaşın terbiyesi bayağı bozulmuş... Onun adına herkesten özür diliyorum.)
.........................................................
Gerçek hayatttan iyice koptum... Türkiye'nin gündemini bilmiyorum.. Survivor'da bile neler olduğundan haberim yok.. Oysa yakın takipçisiydim..
19. GÜN
ATHOS;
Bu sabah en uzun deniz yolculuğumu yapacağım. Limenarya- Diaporoz etabı... Aşağı yukarı 65 mil..
Sabah erkenden balıkçılar balığa çıkarken (saat 5 te) seslerinden uyandım... Hazırlıklara başladım.. Erken çıkıp, Diaporoz adasının koylarına hava aydınlıkken varmak istiyorum.. Çünkü kılavuz kitapta adanın koy girişlerinin kayalık olduğu söyleniyor.. Bu nedenle gündüz girilmesi tavsiye ediliyor..
Sabahın köründe motoru çalıştırdım, tam demiri toplarken demir takıldı.. Hay aksi!!!
Demirimi orada bırakamam.. Demir bir tonozun zincirine geçmiş.. Zincir çok kalın..
Demiri tonoz zinciriyle birlikte bir yere kadar çekebildim... Sonra o sabah soğuğunda suya daldım.. Halatı zincirden geçirip tekneye çıktım.. Halatı tekneye bağladım, demiri saldım.. Kurtardım.. Böyle uzun bir yolun başlangıcında ağır bir darbe aldım.. Yola yorgun ve üşümüş olarak başladım.. Nefes nefeseyim...
Beni çok uğraştırdı...
( Burada Mehmet Erem'e teşekkür ediyorum. İnternette, sitesinde bu durumda demir nasıl alınır diye bir videosu vardı. Oradan öğrenmiştim. Çok işime yaradı.)
Erken çıkacaktım ya, saat sabah 6 oldu.. Yola koyuldum... Hala nefesim düzene girmedi..
Kendimi kandırmak için olaya romantik bir anlam yakıştırdım; “Limenaria beni çok sevdi, bırakmak istemiyor..”
Bir süre sonra güneş çıktı... Önümde Athos Dağı var..
Bir dağ bu kadar mı güzel olur.. Sivri zirvesi, aşağılara doğru inen sarp yeşil yamaçları... Denizle buluşması.. Diyecek söz bulamıyorum.. Hangi yönden bakarsan bak, güzelliğinden hiç bir şey kaybetmiyor.. O da benim gibi, tek başına.... Üstelik başına bir bulut yerleştirmiş, bir dağa bu kadar yakışır... Bunu benim için yaptı.. Biliyorum.. Çünkü o da bana karşı ilgisiz değil.. Dağa aşık oldum..
Athos kalbimin baş köşesine yerleşmiş durumda.....
Bir de kılavuz kitapta yazarın buraların bir tarikat tarafından yönetildiği hikayesi... Olay gözümde tam bir masal dünyasına döndü.. Athos benim gözümde tam bir efsane oldu..
Dürbünü gözümden indiremiyorum.. Sarp yamaçlarına kurulmuş yerleşkeler inanılmaz.. Taş binalar, kuleler, surlar.. Buralarda nasıl yaşanır. Ne yenir, ne içilir.. Öyle yerlerde evler var ki çıkılması imkansız.. Bu insanlar niye buradalar..
Büyülendim.. Hayal dünyam tam gaz çalışıyor.. Hobbit filminde gibiyim ... Hobbit filmleri serisi bir gerçek ve o insanlar burada yaşıyorlar... Size kalıbımı basarım..
Biraz sonra üstümden dev yarasa kuşlar uçacak diye bekliyorum....
Uçan olmadı... Fakat varlar... Sadece bana denk gelmediler..
Ömrümüm bir yılını, burada yaşamayı çok isterdim....
(Şu, filmlerle gerçek hayatı bir araya getiren hayalperest halim hiç değişmemiş.)
Körfeze döndükten sonra rüzgar sertleşti... Arkadan geliyor.. “Arkadan gelsin k.. gibi gelsin.” derler ama hiç te öyle değil.. Çok dalga yapıyor, dümen tutmak çok zor.. Hızım iyi..6,5 not.. Fakat yatıp kalkmaktan bir hal oluyorum.. Dümeni düz tutamıyorum.. Orsa gitmeye razıyım.. Bu arkadan gelen dalga ile rüzgar beni çok hırpaladı..
Diaporoz'a kadar körfezdeki yolculuğum çok yorucu oldu..
Athos ... Körfezin dalgaları... Diaporoz.. Şok üstüne şok.. Burası bir cennet.. Koylar inanılmaz.. Rüya devam ediyor... Uyanmaya hiç niyetim yok..
Bana hiç dokunmayın....Üç gündür hiç ara vermeden yollardayım.. Dinlenmeye ihtiyacım var..
Hele böyle bir yerde....
20. GÜN
“GEBERİYORUM.”
Bugün Diaporoz'da ikinci günüm.. Hava bahar havası.. Kahvaltıyı havuzlukta yaptım.. Keyfime diyecek yok...
Ama üzerimde bir halsizlik var.. Kollarım kalkmıyor.. Dünkü yorgunluğun acısı bugün mü çıkıyor..?
Öğlene doğru tekneyle çevredeki koyları keşfe çıktım.. Dönüp bir koya demir atıncaya kadar zor dayandım.. Ne diye dolaştım ki.. Yorgunluktan ölüyorum... Çare yok bugün yatıcam..
Havuzlukta patates çuvalı gibi oturuyorum.. Tekne demirde dönünce güneşte kalıyorum, ama gölgeye gitmeye üşeniyorum.. Öyle bön bön etrafa bakıyorum..
Ah! diyorum şimdi bir kahve olsa da içsem.. Ama kim yapacak... Ben mi? Çok zor... Canımın istediği her şey kolumun menzil mesafesi içinde olsun istiyorum..
Aşırı tembelik... Yol yok, temizlik yok, yüzmek yok..
Sık sık Ahmet Aslan'ın “Geberiyorum” şarkısını dinliyorum.. Zaten şarkı bilgisayarın tekrar modunda.. O kadar çok dinledim ki, gerçekten gebericem....
Bu şarkı da bana Cenk Gürsel'den kaldı... Bir akşam onun “Gece Tayfası” radyo programını dinlerken çalmıştı.. Çok beğenmiştim.. Bilgisayara kaydetmiştim..
Her şey bugün bana saçma geliyor.. Gözümde herşey anlamını yitirmiş durumda... Hayatta saçma olmayan hiç bir şey yok... Hayatın kendisi saçmalık.. Ölüm bile...Hayata gelişimiz bile saçma bir sebeple başlıyor.......
Yalnız olduğumdan mıdır nedir bol bol kitap okuyorum.. Öyle çok ciddi şeyler değil.. Günün popüler kitapları... Şu aralar Azra Kohen'in Fi, Çi, Pi serisini okudum..
Fakat kitap okumakla ilgili tuhaf düşüncelerim var... Kitabın insanı aptallaştırdığını düşünüyorum.... Çünkü bende öyle oluyor.. Senede 30 un üstünde kitap okuyorum, hayatında hiç kitap okumamış birinin karşısında söyleyecek söz bulamıyorum...
Hayatında tek kitap okumamış bir yakınım var... Oturduğumuz zaman bana iki saat akıl veriyor... Hatta hiç tekneye binmemiş ve “ Dalga gelirse, teknenin başını dalgaya kır.” diyor. Ben söyleyecek söz bulamıyorum.. Bütün bunlar kitaplar yüzünden.. Ben biliyorum... Terkedicem bu alışkanlığımı... Ama zor.. Yalnızlığımı paylaştığım tek şey onlar..
(Arkadaş burada aklına geleni yazmış.. Burada yazdıklarını dikkate almadan önce, konu girişindeki uyarı yazısını dikkate almanızı tavsiye edrim.)
Şurada birkaç gün kalsam ne iyi olur... Yüzerim... Karaya çıkar gezerim...
Hem belki yarın hiç bir şeyim kalmaz..
KISA NOTLAR;
Teknem tam bir savaş aracına döndü.. Her tarafında lastik lekeleri , daha bir sürü izler.. Her gittiğim yerden bir işaret var... Teknelerini pasta cila yapan arkadaşlara imreniyorum.. Benimkinin halini görseler üstüne binmezler.. Daha bir sürü eksikte cabası... Günlerdir yollardayım.. Daha bir kere motor yerinin kapağını açıp motora bakmadım.. Yağı, suyu ne durumda bilmiyorum.. Sadece biniyorum, gidiyorum...
Hepsi bu..
Yolda genellikle, bir terslik yoksa, ana yelken ikici camadanda gidiyorum.. Rüzgar olsun olmasın... Bir yelkenli tekneye yakışan bu... Yoksa, yelkenler kapalıyken, dümdüz bir salata tabağının ortasına bir çubuk dikmişler, gidiyor gibi .. Hiç hoş değil.. Çok çirkin..
Artık taze ekmek almıyorum.. Yollarda zor oluyor.. Buralarda marketlerde paketlenmiş kuru ekmek var.. Küflenme derdi yok. Aylarca kalabilir.. Onu keşfettim, daha kolay oluyor.. Ama yine de Allah kimseyi kuru ekmeğe muhtaç etmesin.
Sivrisinekleri özledim.. İnsanı rahatsız ediyorlar ama yazın geldiğini de onlarla anlıyorum... Şu ana kadar bu yolculuğumda onlarla hiç karşılaşmadım.. Mayıs ayındayız ama havalar hep soğuk.. Tekne yol alırken kaban, pantolon, içlik tam takımım... Sanki Kuzey buz denizindeyim.. O güzelim koylarda denizi tekneden seyrediyorum..
Sivrisinek demek yaz demek, sıcak hava demek, deniz demek, yüzmek demek... Daha ne diyeyim..
Sivrisinekleri ben özlemeyim de kim özlesin...
Ah! diyorum şöyle kafamın üstünde vızıldayarak bir tanesi uçsa ne olur yani.. İlk gelen sivrisinek istediği kadar kanımı emsin.. Hiç dokunmayacağım.. Söz..
Bazen tekneme haksızlık ettiğimi düşünüyorum.. Onunla ne zor şartlarda ,ne yolculuklar ettik.. Hepsinin de üstesinden geldi... Daha önce kullandığım bir tekne olmadı.. O nedenle bir kıyaslama yapma şansım yok...
Tasarım olarak yeni dizayn edilen tekneler gibi geniş bir havuzluğu yok.. Arkaya doğru daralıyor... Bu tasarım daha mı doğru, bilmiyorum... Kendisi 34 feet. Fakat bu sene her türlü şartlarda yüzlerce mil yol kat etik... Belki de iyi bir teknedir..
Motor seyrinde 2000 devirle gidiyorum.. Hız olarak hiç birinde 6 nottan aşağı düşmedi.. Yelken seyrinde yedi notları çok kere buldum..
Bence bu tekne fena değil.. Ha... Ne dersiniz ...?
22. GÜN
Bakışlarla Çatışma Ve Balıkçılar;
Porto Koufo'ya yola erken çıktım... Sabah erken olunca yemek iştahım hiç olmuyor.. Kıyı seyriyle yarımadayı döndüm.. Dönerken bir kaç koy vardı.. Şöyle bir uğrayıp kolaçan ettim.. Kimse “Abi önümüzden geçtin de, bir uğramadın.” Demesin... Sonra yola devam ettim..
Bu yol boyunca kumsalı olan birçok küçük koy var, ve hepsinde bir sürü karavan var.. Buralarda karavan tatilciliği çok yaygın..
Porto Koufo çok iyi gizlenmiş bir koy.. İki kayalık dağın arasından geçip hiç beklemediğiniz bir manzarayla karşılaşıyorsunuz.. Gizli bir koy ve etrafı yemyeşil... Ufak bir yerleşim de var. Koufo'yu beğendim..
Koyda derinlik çok fazla.. Demir attığım yer çok derin..10-15 metre var.. kıyıdan en fazla 50 metre açıktayım.. İnanılmaz bir şey..
Benim ırgat geçen sene bozulmuştu... Hala bozuk.. Hadi demiri attık ta, kol kuvvetiyle nasıl toplayacağız.. Sorun bu.. Beş, altı metrelere alıştım artık, ama bu biraz fazla..
Akşama doğru tekneden çıktığımda bir anda yanımda bir başka yelkenli tekne gördüm... Fransız bayraklı.. Ne zaman demir atmışlar farkında değilim.. Karı koca havuzlukta yemek yiyorlar..
Bir süre sonra teknelerimiz bir birine çok yaklaştı.. Bana endişeli gözlerle bakıyorlar, ama bir şey söylemiyorlar... İnsana uzak duran tipler.. Bir birimize kötü kötü bakışlar fırlatıyoruz..
Bana “Koyun ortasına demiri atmışsın.. Başkasını hiç düşünmemişsin.” Bakışları atıyorlar...Ben de onlara “Önce ben geldim.. Ne yani kimin geleceğini mi düşüneceğim..?” Bakışlarıyla karşılık veriyorum..
Oysa umurumda değil.. Dışarıda gülmemek için kendimi zor tutuyorum.. İçeri girip koy veriyorum..
Gereksiz bir tedirginlikleri var.. Onların sürdürdüğü bu tedirgin davranış beni oyunun içine daha da çok çekiyor...
Sanki dünya yörüngesinde dönen iki uydunun çarpışma riskini taşıyoruz.
Teknesine titizlil gösteren biriymişim gibi, arada dışarı çıkıp krom boruları siliyorum..
Havuzlukta dolaşırken onlara ters ters bakıyorum.. Sanki “ Bakın tekneme dokunursanız bozuşuruz.. Tekneler birbirine değerse, bu işin sorumlusu sizsiniz..” der gibi..
Tedirgin oldular.. Hava kararmadan demiri toplayıp koyun aşağısına gittiler, oraya demir attılar..
Çok güldüm.... Allahım yaa!.... Ben niye böyle yapıyorum...?
...........................
Gece hava karardıktan sonra büyük balıkçı tekneleri iskeleye geliyorlar.. Ama şimdiye kadar böylesine güzel, donanımlı bu boyda balıkçı tekneleri görmemiştim.. İskelede akşam vakti tam bir hareket başlıyor.. Dev projektörleriyle etrafı aydınlatıyorlar.. Bayram yeri gibi...
Havuzlukta oturup saatlerce onları seyrettim.. Onların heyecanlarına katıldım.. Ve bütün bunlar benim yüz metre ilerimde oluyor..
Kendimi o teknelerden birinde çalışan bir tayfa gibi hissettim.. Sanki bütün gün açık denizde onlarla birlikte ağ sermişim, balık yakalamışım. Akşam da günün yorgunluğuyla ve işini yapmış bir insanın tatmin duygularıyla limana dönmüşüm.. Biraz sonra köyün kenarında ki evime gideceğim.
Karıma, çocuklarıma bugün ne kadar balık yakaladığımızı anlatacağım.. Kaptan'la patronun arasındaki husumetten söz edeceğim... Ama sonra “Benim için hava hoş.. İkisi de beni seviyorlar...“ Diyeceğim..
(Bu hikaye, arkadaşta ki Sait Faik etkisinin izlerini taşıyor....)
Herkes gitti... Projektörler kapandı.. Hala bir kıpırtı var mı diye bakıyorum.. Yok...
Yarında burada kalmalıyım... Bunu bir daha yaşamalıyım.. Soğuk gecede, kabanımı giymiş olarak , elimde sıcak kahvemle onları seyredip tekrar hayaller kurmalıyım.. Doyamadım....
Burada bir akşam daha kalmamın sebebi budur....
Buradaki bülbüller de bir tuhaf... Gecenin karanlığında bile ötüyorlar..
24, GÜN
“Nea Marmaras 1. Gün”
Porto Koufo'da sabah 15 metreden demiri kolla çekmek epey zor oldu.. Bir ara mola verdim.. Bittim.. Tekne aldı başını gidiyor.. Demir denizde ... “Nereye gidersen git... Yoruldum..” dedim.
Neyse boş verin..... Bir türlü oluyor işte..
Kısa bir seyirden sonra Nea Marmaras'tayım.. Sabahın köründe.. Saat daha 9 bile değil.. N'apayım Porto Koufo'dan erken çıktım.. Burası da yakınmış.... Böyle oldu...
Erken olmasına rağmen iskelede beni birkaç tekne sahibi karşıladı. Kolay yanaştım..
Nea Marmaras'ın yanında bir marina var.... Nothingçilerin marinasıymış.... Hepsi lüks yatlar... Bizim gibileri kapıdan sokmuyorlarmış..... Öyle dediler...
Sert bakıştığımız Fransız çiftle burada da karşılaştık.. Yine bana ters ters baktılar... Ama ben iki gün önceki oyunu devam ettirecek havamda değilim. Öylesine geçip gittim...
Hiçbir sebep yok iken nasıl böyle bir düşmanlı oluştu hiç anlamıyorum... Ama ben düşmanlarımı sevmeye başladım.. Söz veriyorum bir daha ki karşılaşmamızda, en sempatik halimle gönüllerini kazanmaya çalışacağım..
Burada yabancı olarak bulunan herkes Balkan ülkelerinden.. Romen, Bulgar , ya da Sırplı.. Türkiye'nin ve İstanbul'un buralarda itibarı var.. Ben Türk'üm deyince fark yaratıyor. Hele bir de İstanbul deyince fark çarpı iki oluyor.. İstanbul'un nüfusunu biraz daha abartıp 25 milyon diyorum.. İki tane Yunanistan diyorlar..
Bizim bir AVM miz sizin bütün bu kasabayı satın alır havalarında, kasıla kasıla geziyorum...
Ama kimsenin salladığı yok..
Yan teknelerde ki Romen arkadaşlarla ara sıra konuşuyoruz.. Önlerinden geçiyorum, bazen beni kahve içmeye çağırıyorlar. Hepsi erkek grubu.. Bana güven vermiyorlar... Yaşı altmışın üzerinde bir abi var, kulakları küpeli.. Küpeler farklı.. Birinin kolunda içinde kadın figürleri de olan karışık bir dövme var..
Onlara uyarsam beni yoldan çıkarırlar.. Ben temiz ve düzgün bir insanım.. Bu durumlar beni bozar.. Mesafeyi korumalıyım.. Yoksa Türkiye'ye döndüğümde, bütün vücudu dövmeler içinde, kokain bağımlısı bir korsanınız olur.. Bunu istemezsiniz herhalde.....
Bugün buranın pazarı kuruluyor.. Hemen iskelenin yanında... Pazardan alış veriş yaptım.. Bizim pazarlara çok benziyor... Yalnız satıcıların çığlıkları yok.. “Do-ma-te-se geeeeeeeeeeeel!!”
Bütün gün yağmur yağdı... Öğleden sonra da çok sert bir rüzgar çıkıyor, saat altı da kesiliyor.. O saatlerde tekneyi bırakıp bir yere gidemiyorum..
Bu arada, Nea Marmaras'ta kendimi ve yazılarımı anlattığım bir video çekmiştim.. Aniden, hazırlıksız..... Yayınlayabilirsem onu yayınlarım...
İşte... Aşağıda.... Konuşma özürlü birinden ancak bu kadar..
“Nea Marmaras 2. Gün”
Bu gün buralardayım.. İskelede orada burada vakit geçiriyorum.. Komşularla sohbet ediyorum..
Tekne sahibi olan abi, tekneden “Benim kızım” (my daughter) diye söz ediyor.. Ben kendi kızından bahsediyor sanıyorum.. Sonra da zor toparlıyorum..
“Nedir bu?” Dedim
“Tekneler kızımız bizim.” diyorlar... Onun için “she” denir..
İngilizcede de böyle olduğunu biliyorum.. Ama koskoca bir saçmalık bu.. Araba nedir ? “He” mi?. Ya motosiklet.... Ona da bir ifade var mı? İnglizlere uyarsak arabanın direksiyonunu da sağa almamız gerekir..
Tekneye kızım diyen biri, günü geldiğinde onu en çok para veren birine satmamalı.. İnsan kızını satar mı?
Ancak ona çok iyi göz kulak olacağına inandığı birine vermeli.. Hatta kızı gittiği yerde rahat etsin diye destek bile olmalı..
Ya da bütün bu saçmalıkları bırakıp o sadece bir tekne demeli..
Bu durum bana bir olayı hatırlattı;
Yıllar önce yaz tatilinde kaldığım bir apart otelin arkasında ki köy evinde, otel yerinin sahibi teyze yaşıyordu.. Sabah erken kalktığında, otelde kalan birilerinin köpeği (oynamak için herhalde) teyzenin üzerine koşmuş.. Teyze de yerden bir taş alıp köpeğe atmış.... Sabah otelde köpeğin sahibiyle olay koptu.. Arabulucu olmak bana düştü...
“Teyze sen niye Leydi'ye (köpeğin adı bu) taş atıyorsun? “ dedim
“Onlar da köpeğine sahip olsun..” Dedi
“Ona köpek deme kızıyorlar.. O bizim kızımız diyorlar... Onun adı Leydi” dedim...
Teyze “Ne yani köpeğe köpek diyemeyecek miyiz?” Dedi
“Evet..” Dedim
Teyze “ O zaman, onlarda benim koyunlarıma (beş altı tane koyunu vardı ) “koyun” demesinler. Onlar da benim kızlarım.” Dedi..
!!....?.........!!.....?..................?
Bütün bunlara gerek yok.... Kafamız karışıyor...
.....................................................................
Nea Marmaras notları;
Ana karada bir yerleşim yeri olması sebebiyle her şey adalara göre daha ucuz..
Mazot tedariki zor.. Çünkü benzin istasyonları şehrin dışında... Mesafe biraz uzak.. Mazotun litresi 1 Euro..
Yerleşim pek hoş değil... Bizim yerleşim yerlerine benziyor... Kilise dahil, eski ve tarihi hiç bir yapı yok..
Limanı biraz karmaşık.. Eski kopmuş iskeleler ortalarda duruyor.. Fakat tekneye yer bulmak zor değil... Çok alternatif yerleri mevcut.. Elektrik, su bedava... Tam yatmalık bir yer.. Ben 3 gün kaldım..
Market olarak yetersiz.. Süper market yazan yerler bir bakkal dükkanı kadar..
Her Yunan kasabasında olduğu gibi bol bol restaurant var.. Ama benim ilgi alanıma girmiyor..
Benim için, iyi bir restoranda yenilen balık veya bonfile ile konserve kutusundan plastik kaşıkla yediğim barbunyanın hiç bir farkı yok..
Geldikleri limanda ilk yaptıkları şey, akşam yemeği için bir restaurant araştırmak olan insanları duydukça deliriyorum.... Başkaları için önem derecesi birinci sırada olan bir şey , benim listemde niye hiç yok...? Hatta en diplerde bile....
Nea Marmaras görülmese de olabilecek yerlerden biri..
Burası bana yetiştiğim varoşları hatırlattı..
(Bu bölümü yayınlamakta çok tereddüt yaşadım.. Yollarda yazılmış bu yazı dizisini olduğu gibi yayınlamak için kendime söz vermiştim.. Sansürsüz.. Bazı yerlerini sevmesem de yayınladım.. Fakat aşağıdaki yazı beni çok fazla tereddütte bıraktı.. Yine de sözümde durup yayınlıyorum.. .)
Yer; Nea Marmaras / Akşam üstü. / Varoş üzerine düşündüklerim.
VAROŞ;
İstanbul'un varoşlarında büyüdüm.. Kendimi varoş kültürünün bir parçası olarak tanımlıyorum..
Varoş ifadesinin tam kelime anlamıyla algılanmadığını düşünüyorum..
Varoşlar şehrin etrafına mahallelerini kurarlar ve şehri çepe çevre kuşatırlar... Kenti kuşatan istila orduları gibidir.. Artık iş şehri ele geçirmeye kalır...
Şehri ele geçirmenin en önemli unsuru yer edinmektir.. Onun için arsa ve sonrasında ev yapmak orada tutunmalarını sağlar... Bu nedenle varoş kültürün içinde gecekondu, arsa ve ev olayları yoğun bir şekilde vardır...
Varoşlar gündüz kentin günlük yaşamının içine saldırır, girer, istila ederler... Ticaret, üretim gibi kentin iş dünyasının içinde bütünüyle yer alırlar... Akşam olunca kenti, kentlilere terk edip kendi gettolarına çekilirler..
İş dünyasının içinde bütünüyle yer alırken, kentin sanat, kültür ve sosyal hayatının içinde hiç olmazlar..